El vardır ele olur el,
Bel vardır bele olur bel...
Küçücük bir ana çok büyük duygular sığdırırız bazen. İşte böyle anlardan birini muhteşem bir şekilde görselleştirmeyi başaran Frederic William Burton’un ‘Kule Merdivenlerinde Buluşma’ adlı eserinden bahsedeceğim size.Eser konusunu bir orta çağ Danimarka şarkısında adı geçen Hellelil ve Hildebrand’ın hikayesinden alıyor.Bu şarkıda, Danimarka Kralının kızı Prenses Hellelil ile Kraliyet ailesinin şövalyesi olan Hildebrand imkansız bir aşkın içine düşerler. Prensesi koruması gereken şövalye ve prenslere layık görülen prenses gizlice bir ilişki yaşamaya başlar.Ancak bu sır iki kişi arasında çok fazla süre kalamaz ve kral her şeyi öğrenir. Bu ilişkiyi asla onaylamayan ve öfkeden gözü dönen Danimarka Kralı ve yedi oğlu Hildebrand’ı öldürmeye karar verirler.Sonunda kral, oğulları ile birlikte cesur şövalyenin karşısına çıkarlar. Hildebrand muhteşem bir savaşçıdır ve hem kralı hem de altı oğlunu öldürmeyi başarır. Ancak bu çok da kolay olmamış ve Hildebrand da çok ciddi yaralar alır.Yorgun ve yaralı olan şövalyenin karşısında sadece kralın en küçük oğlu ayakta kalır.Vücudundaki ağır yaralara rağmen Hildebrand bu son prensi de yenmeyi başarır ve onu da öldürmek üzere olduğu sırada küçük kardeşine çok bağlı olan ve şefkatli bir yüreğe sahip olan Hellelil sevgilisinden kardeşini bağışlamasını ister.Hildebrand bu küçük kardeşi bağışlar ancak ayakta kalacak gücü de artık kendisinde bulamaz ve yere yığılıp oracıkta ölür. Diğer altı taht adayı öldürüldüğü için en küçük prens tahta çıkıyor ve hayatını kurtarmasına rağmen prenses Hellelil’e hayatı zindan eder...
Her ne kadar canı bağışlansa da babasının ve kardeşlerinin, kız kardeşi ile yasak ilişki yaşayan bir şövalye tarafından öldürülmesini hazmedemeyen yeni kral, kız kardeşini zindana attırır. Hildebrand öldüğü ve artık intikamını alamayacağı için tüm hırsını Hellelil’den çıkarır.Prenses Hellelil önce çok ağır işkencelere maruz kalır, ardından da köle olarak satılır.Hikayesi acı bir son ile biten ve imkansız bir aşkı anlatan bu şarkıyı resmetmeye karar veren William Burton, Hellelil ve Hildebrand arasındaki dramatik bir ana odaklanmayı tercih etmiş.Kalenin içinde, kulenin merdivenlerinde karşılaşan prenses ve şövalyenin çok kısa bir anına tanıklık ediyoruz. Duygu yoğunluğu çok güçlü olan bu eserde Hildebrand, belki de odasına doğru çıkan prensesi kolundan tutarak kokusunu içine hapsetmeye çalışıyor.Prenses duygusal olarak o kadar yorgun gözüküyor ki, Hildebrand onun kolunu kokladığı sırada duvarlara tutunarak utangaç bir tavır sergiliyor. Bu ifade ile ressam bu duygusal şarkıya biraz yorumlama getiriyor.Hellelil’in içinde bulunduğu bu ilişkiden memnun olmadığını hissediyoruz. İmkansız aşkını deliler gibi sevdiğini ancak prenses olduğu için bu yaptığının yanlış olduğunu düşündüğünü Hellelil’in duruşundan rahatlıkla anlayabiliyoruz.Belki de yakalanmaktan korkuyordu diyebilirsiniz ancak gözlerini kapatmış ve başını başka bir yöne çevirmiş. İmkansız aşklar böyle değil midir zaten? Aşık olduğunuz kişi yüzünden kendinize kızıp utandığınız olmadı mı hiç?İşte ressam bu öfkeyi veya utanmayı da teatral ifadelerle güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Hildebrand ise cesur bir şövalye olduğu içinde merdivenlerdeki karşılaşmayı değerlendirmek ve aşığının kokusunu korkusuz bir şekilde içinde çekmek istiyor.
Eserin içinde hikayenin devamına dair bulunan tek sembol ise bu aşkın çabucak sona ereceğini işaret eden yerdeki gül yaprakları oluyor...
Sonuç olarak William Burton öyle bir şaheser ortaya koyuyor ki İrlandalılar bu eseri 2012 senesinde ülkelerinin en güzel resmi ilan ediyorlar.Esere o kadar değer veriyorlar ki deforme olmasını ve nem oranından etkilenmesini önlemek için haftanın iki günü ziyarete açtıkları gibi bu ziyaretlerin süresini ise birer saat olarak kısıtlıyorlar.
Okuduğunuz için teşekkürler, sanatla kalın...
1888’de ruhsal hastalığının ilk nöbetlerini geçirmeye başlayan Hollandalı ressam Vincent Van Gogh, kendi rızasıyla, Arles yakınlarındaki St. Paul Akıl Hastanesi‘ne yatırıldı. Hastane müdürü ile ressamın kardeşi Theo Van Gogh, ressamın rahatlıkla çalışması için gerekli olan ortamı sağlamışlardı ancak açık havada resim çizmesine izin verilmemişti. Bu dönemde kardeşi Theo ona Gustave Doré‘nin bir gravürünü yolladı ve Van Gogh bu gravürden esinlenerek akıl hastanesinde kaldığı dönem olan 1890 yılında tuval üzerine yağlı boya ile Tutuklular Çemberi tablosunu çizdi.Mavi-yeşil tonların hakim olduğu tabloya ilk baktığımızda, duvarlarla çevrili küçük bir hapishane avlusunda çember halinde gidip gelen mahkumları görüyoruz. Tablo, hayatı ressamın hayal ettiği şekilde kapalı bir çember olarak betimler. Tablonun merkezindeki tek şapka takmayan sarı saçlı figüre dikkat ettiğimizde ise Van Gogh’un bu figürle iç dünyasında yaşadıklarını tabloda resmettiğini görürüz. Bu adam fiziksel olarak da benzediği için Van Gogh’un ta kendisi olarak yorumlanabilir. Kasvetli bir kısır döngünün ortasında her şeyi anlayan ancak hiçbir şeyi değiştiremeyen yalnız, üzgün bir mahkum gibi.Van Gogh şu an dünyada en çok bilinen ressamlardan biri olsa da hayatı boyunca sadece bir tane tablosunu satabilmişti.Tabloda yukarı doğru uçmakta olan iki beyaz kelebek görünüyor. Bu beyaz kelebekler, özgürlüğün olduğu kadar kaybedilmiş saflığın, masumiyetin de sembolüdür. Van Gogh bu iki kelebeği ‘Bahar’ isimli tablosunda da resmetmiştir ancak Tutuklular Çemberi tablosunda kelebeklerin uzaklaştığını görüyoruz.Bu tabloyu asıl ilginç yapan özelliği ise ressamın intihar edeceği yaşa eşit sayıda insan figürü yer alıyor olmasıdır. 37 yaşında intihar eden Van Gogh, bu tablosunda da tam olarak 37 insan figürü kullanmıştır. Tablodaki her mahkum hayatının yıllarını temsil ediyor olmalı.
Okuduğunuz için teşekkürler. Sanatla kalın...
İnci Küpeli Kız Tablosu, Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in başyapıtlarından biridir. Kuzeyin Mona Lisa’sı veya Hollandalı Mona Lisa olarak adlandırılan eserin odak noktası inci küpedir. Lakin bu eseri bu denli dikkat çekici yapan şey bir inci küpeden çok daha fazlasıdır.Kim bu İnci küpeli kız ve Jhonnes Vermeer neden onu seçti? Bu soru geçen yüzyıllara rağmen hala gizemini korumakta. İri gözleri, anlaşılması zor yarım gülüşü ile masum mu yoksa baştan çıkartıcı mı?İlk zamanlar da tabloda ki kızın Jhonnes Vermeer’in kızı olduğu düşünülsede kızın yaşı ve tablonun yapılış zamanı birbirini tutmamaktadır. Bunca soru işareti ve gizemi barındıran eser, dilden dile dolanan farklı hikayelere, dedikodulara sebep oldu. Yine de bu dedikoduların arasında bir tanesi diğerlerinden sıyrılıp, romanlara, kitaplara konu olacak bir hal aldı.Bu öykünün iki farklı yüzü var. İlki 17. yüzyılın Hollanda’sında yaratıcılık ve ticaret arasındaki sosyal ilişkilere ışık tutuyor. Bir kadını resmederek kadına sosyal hak ve yine aynı şekilde sosyal düzende yer vermeye çalışan bir eser. Bu tablonun bu denli yankı uyandırmasında aynı zamanda ”İnci Küpeli Kızın” Jhonnes Vermeer’in evinde çalışan hizmetçi bir kız olduğu kanısı yatmakta. Bir soyluyu değil de sıradan bir kızı resmederek halkta ki başkaldırışı destekleyen bir tablo. Bu öykünün diğer yüzü ise aşk, ihanet ve kıskançlık üçgeni arasında kendine bir yer buluyor.
Gelelim asıl öyküye. 17. yüzyılın ortalarında Hollanda’da yaşayan, babası bir iş kazası sonucunda kör kalınca ailesinin geçimini sağlamak zorunda kalan adı bugün bile bilinmeyen ”İnci Küpeli Kız’’ Jhonnes Vermeer’in evinde hizmetçi olarak işe başlar. Kızın resme, renklere olan merakı Vermeer’in ilgisini çeker. İlk zamanlar atölyeye sadece temizlik için giren kıza zamanla renkleri karıştırmayı öğretir. Bu durum karısı ve Vermeer’in sevgi görmemiş büyük kızının dikkatini çeker. Böylelikle kıskançlık ve düşmanlık duyguları baş göstermiş olur. Karısının bile girmeye izni olmayan atölyeden hizmetçi kızın çıkmaması gerilimi iyice arttırır. Ailenin varlıklı yakınlarından biri Vermeer’den bir tablo sipariş eder.Tabloda ki model hizmetçi kızdır. Vermeer bu durumu karısından saklar ancak tablo bir türlü bitmek bilmemektedir. Eksiklik vardır. Bu eksiklik karısının inci küpeleridir. Sonunda tablo biter, karısı bunu öğrenince hizmetçi kız evden kovulur. Ve bu öykü de böylelikle sonlanmış olur. Bu ünlü tablo bir insanın dikkatini çekicek her şeyi barındırıyor: gizem, yasak aşk, estetik güzellik, kitaplara dizilere konu olucak bir öykü. Gün geçtikçe popülerliği artan bu eseri Lahey’de, Mauritshuis’e gidip yakından görebilirsiniz.
Okuduğunuz için teşekkürler. Sanatla kalın...
Titan Kronos’un büyük bir korkusu vardı. Babasına yaptıklarının kendi başına gelmesinden korkuyordu. Bu yüzden de Rhea’dan doğan bütün çocukları ortadan kaldırıp işini garanti altına almak istedi. Rhea’nın doğan her bebeğini yutmaya başladı...Rhea'nın çocukları birer birer yutuluyordu ve artık bu duruma katlanamıyordu. Bu yüzden de toprak ana Gaia’dan yardım istedi. Ancak sadece Gaia değil, intikam almak isteyen kısır baba Uranos da Rhea’ya yardım edecekti...Sonunda Zeus doğdu ancak Uranos kimse görmeden önce bebek tanrıyı saklamayı başardı. Rhea da bir taşı aldı ve bebek kundaklar gibi kundaklayıp Kronos’a verdi.Kronos yutacağı şeyin ne olduğuna bile bakmıyordu. Korkudan o kadar gözü dönmüştü ki hiç vakit kaybetmeden doğan yeni bebeği midesine indirmesi gerekiyordu.Bu yüzden aceleci davrandı ve bebek sandığı taşı midesine atıverdi. Bu sırada Zeus Girit adasına götürülmüştü bile. Orada saklanacak ve babasını devirmek için gücünü toplayarak büyüyecekti. Bu sırada Kronos’un hesaba katmadığı bir şey daha vardı.Yuttuğu bütün çocuklar onun içinde yaşamlarına devam ediyorlardı. Her şeyin farkında olan bu bebekler babalarından nefret ediyor ve intikam gününün gelmesini bekliyorlardı.
Kaçırılan Zeus ise bir gün büyüyecek ve babasının karnını deşerek tüm kardeşlerini serbest bırakacaktı. Sanat tarihinde Kronos'un çocuklarını yutması büyük ustalar tarafından çeşitli biçimlerde resmedilmiştir. Bunların içinde en meşhur olanlardan biri ise Goya'ya aittir...Francisco Goya'nın 1819-23 yıllarına tarihlenen ve günümüzde Madrid'deki Prado Müzesinde sergilenen 'Satürn Oğlunu Yerken' adlı eseri aynı zamanda sanat tarihinin en ürpertici sahnelerinden biridir.
Romantik dönemin en önemli isimlerinden biri olan İspanyol ressam Goya’nın versiyonunda ise çok daha ürpertici bir sahne ile karşı karşıyayız. Romantizm; o dönem Avrupa’da özgürlük, heyecan ve coşku tutkularını yansıtan bir akımdı.Bu döneme ait eserler ‘romana benzer’ olarak tanımlanırlar. Yani akıl almaz ve doğaüstü sahneler çok sevilir. Özellikle tarih tutkusu, harabeler ve efsaneler bu dönemin en sevilen konularıdır.İnsanı ve doğayı yeniden yorumlamayı hedefleyen bu dönem sanatçıları kendi duygularına ve iç dünyalarına yönelirler. Bu nedenle de bireysel yorumlar önemlidir denilebilir.Bu tip resimlerde genellikle fırtınalı gökyüzü atmosferi, fırtınalı deniz sahneleri, insanın doğa karşısındaki çaresizliği ve korkusu en sevilen konulardır.
Buraya kadar romantizm döneminin genel özelliklerine bakıp tekrar resme döndüğümüzde pek bir bağ kuramamış olabiliriz.
Goya’nın örneği net bir romantik örnek değil. Daha çok ‘kara romantizm’ denilen başka bir tür olarak yorumlanır. Adını ise yine Goya’nın ‘Kara Resimler’ adlı serisinden alır.Goya, geçirdiği ağır bir hastaığın ardından sığar olduğunda biraz inzivaya çekilmek adına kırsal bir bölgede ev tutmaya karar verir. Madrid şehrinin yakınlarında bulduğu bir ev tam ona göredir.Bu evin önceki sahibi sığardır ve Goya da oraya taşınınca villa; ‘sağırın villası’ adını alır. Genel olarak İspanya’nın içinde bulunduğu durum iyi değildir. Goya’nın sağlığı da iyi değildir. Bu yüzden bu evde geçirdiği süre boyunca son derece korkunç ve karanlık eserler üretir.Kurulan engizisyon mahkemelerine ve cadı avlarına yönelik resimler de yapar.
Aynı zamanda ‘Savaşın Felaketleri’ de yine son derece korkunç ve karanlık çizimlerden oluşur. Savaşlar özellikle Goya’nın hayatının bir parçası haline gelmiştir.Fransız İhtilalinden sonra Napolyon’un İspanya’yı işgal etmesine tanıklık etmiştir. Sonrasında ise İspanyol Monarşisi yönetimi ele almak için kendi halkı ile bir savaş girer.Bir devrim gerçekleştirmeye çalışan İspanyol monarişisi ‘Devrim kendi çocuklarını yer’ çağrışımı yaptıracak şekilde hayat bulmuştur Goya’nın eserinde.Güce tapan, gücü elde etmek isteyen insanların bu uğurda korkunç şeyler yapması ona Kronos’u hatırlatmış olmalı. Güç ve yönetimi ele geçirebilmek adına halkına zulüm eden İspanya’nın çocuklarını yiyen Kronos’dan farkı kalmamıştır.Goya’nın bu eserinde korkunç bir canavar gibi gösterilmiştir Kronos. Gözü dönmüş bir deliye benzemektedir. Kendi çocuklarından birini yemektedir ancak bu çocuk öyle çok da küçük gözükmez.İç savaşın kanlı geçtiğini göstermek adına da arka planı siyaha boyayan Goya, kanın dikkatimizi çekmesini istemiş.
Goya’nın eseri bana her zaman güç yüzünden gözü dönmüş, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek hale gelmiş ve yozlaşmış liderleri hatırlatır.
Okuduğunuz için teşekkürler.Sanatla kalın...
Herkese merhaba. Bugün sizlere Vincent Van Gogh'un 1890 yılında yaptığı ve günümüzde Amsterdam'daki Van Gogh Müzesinde sergilenen ''Badem Çiçekleri'' adlı eserinden bahsedeceğim. Van Gogh bu eseri yaptığında, genel olarak çok iyi bir dönemden geçmiyordu...Hollanda'dan Fransa'ya geldiğinde burada çok çeşitli ressam ve sanat akımıyla tanışıp üretkenliğini daha da arttıran Van Gogh, 1888 yılında kalbinde bir umut aklında bir fikir ile Arles'a gitti ve burada 'Sarı Ev' fikrini hayata geçirdi.Ancak işler planladığı gibi gitmemişti. Paul Gauguin'e hayran olan ressam, Sarı Evin dekorasyonu için yaptığı resimler hakkında onun eleştirilerini ve tavırlarını kırıcı buluyordu. İkili arasındaki gerginlik kulak kesme olayına kadar uzanacak, sarı ev kapanacak, Van Goghhastaneye yatacak, fikirler ve umutlar tamamen yok olacaktı. Kısa bir süre sonra da Saint Ramy bölgesinde bir akıl hastanesine yatmayı gönüllü olarak kabul etmişti. Resim yaparak iyileşeceğini düşünüyordu. Belki de bu yüzden en üretken ressamlardan biri oldu.Akıl Hastanesinde kalırken kimi zaman kendini iyi hissetse de kimi zaman da bulanık dönemler geçirir. Ancak 1890 yılında hayatta onu gerçekten dinleyen tek insan olan kardeşi Teo ona bir mektup gönderir. Teo'nun çocuğu olacaktır.Bu habere çok sevinen Van Gogh'un aynı zamanda ne denli duygusal yaklaşabileceğini de tahmin edebiliriz. Daha önceleri o da bir ailesi olsun istemişti. Çocukları seviyordu ve o da çocuğu olsun istemişti. Şimdi hayatta en değer verdi kişinin çocuğu olacaktı.Londra'da yaşarken ev sahibinin kızına aşık olmuştu Vincent... Kıza evlenme teklifi bile etmişti ancak kızın cevabı ağır olmuştu. Kahkahalar atmış ve koşarak uzaklaşmıştı teklif karşısında.
Kısa süre sonra Hollanda'ya gittiği zaman bu sefer kendinden yaş olarak bir hayli büyük olan ve 8 yaşında da bir çocuğu olan Kuzeni Kee Vos'a aşık olmuş ancak yine aşkına karşılık bulamamıştı.Kuzeninden sonra ise Sien adında bir fahişeye aşık oldu. Onunla yaşamaya başladı. Bu kadın da kendisinden büyüktü ve bir çocuğu vardı. Van Gogh bir dönem çocuğa mama alabilmek için boyalarını ve kömür kalemlerini satmaya çalışmıştı. Bir eve 'babalık' yapmaya çalışmıştı.Ancak rahip olan babası gelip de Sien'in bir fahişe olduğunu öğrendiğinde onları zorla ayırmış ve bu aşkın sonu Sien'in intihar ederek ölmesi ile sonuçlanmıştı...
Ardından yine kendisinden yaşça büyük olan Margot Begemen ile ilişki yaşamış ama yine ailesi yüzünden ayrılmışlardıYani anlatmak istediğim ya da hissetmenizi istediğim şu alasında. Van Gogh'da bir ailesi olsun istemişti ve muhtemelen Teo'dan müjdeli mektubu alıp okuduğu anda, size anlattığım bu olaylar onun gözünden de bir bir geçmiş olmalı...Sonunda bir doğum hediyesi yapmaya karar verdi. Bu bir resim olacaktı elbette. 27 yaşlarında resme başlayan ve neredeyse günde iki resim yapan, resim hayatı süresince toplamda 2000 resim yapan Van Gogh bu resim için hiç ama hiç acele etmiyordu...Teo'ya yazdığı mektuplarda da bunu belirtiyordu. Acele etmediğini, sabırla ve sakin çalışarak yaptığı en en güzel işinin bu olacağını söylüyordu. Van Gogh bir baba olamadı ama artık baba yarısıydı.
Bu küçük bebeğe ne kadar değerli olduğunu göstermek, onunla bağ kurmak istiyordu. Yaşadığı kötü bir yıl içinde böyle güzel bir haber almak belki de onun hayatta kalma süresini bir süreliğine uzatmıştı...
Tuvalinde daha önce pek kullanmadığı renkler katıyor ve sanatının en güçlü yanını kullanıyordu; basit şeyleri anıtsal figürlere dönüştürüyor, önemsiz görebileceğimiz şeylere mükemmel bir görsellik kazandırıyordu. Bizim için sıradan bir sandalye ya da bir vazo ayçiçeğionun sanatında kimi zaman kendi portresini kimi zaman da hayatın döngüsünü temsil eden anıtsal şeylere dönüşüyordu. Bu resimde de bu gücü görebilirsiniz. Hayatın uyanışını, başlangıcını hissedebilirsiniz. Çiçek açan, henüz başlangıç aşamasında olan bir hayat...Bir hayat başlarken biri de son bulmak üzereydi. Van Gogh kısa bir süre sonra intihar edecekti. Tabi bugün olayın intihar olmadığına, bir cinayet olduğuna dair yeni teoriler olsa da ben bu konuya girmeyeceğim.Van Gogh resmi bitirdiğinde bizzat teslim etmek için yola çıktı.Paris'e gider ve kendi elleriyle kardeşine teslim eder resmi. Teo onu salona, piayonun üzerine asar. Ancak Vincent bunu kabul etmez. Yatak odasına asılmasını ister. Çünkü bu resim daha özeldir. Aileyi temsil eden, duygu yüklü bir resimdir.Van Gogh hastaneye geri döner ve kısa süre sonra da Buğday Tarlasında kendini göğsünden vurmuş şekilde bulunacaktır. İntihar olayının gerçekleşmesinden kısa süre önce ise Teo'nun eşi Johanna'dan bir mektup alır.Mektupta; bebeğin sürekli olarak ''Badem Çiçekleri'' eserine baktığını, yeni açan çiçekleri izlerken büyülenmiş gibi göründüğünü yazmıştır. Sanırım Vincent Van Gogh için dünyanın tüm sanat eleştirmenlerinin övgüsünden daha büyük bir önemi vardır bu beğeninin...
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sanatla ve sevgiyle kalın...
Yıldızlı Gece (Starry Night), dünyadaki en tanınmış sanat eserlerinden biridir. Hemen hemen her yerde kupalar, tişörtler, havlular, mıknatıslar vb. üzerinde görülebilir. Bu durum, bazen resmin şöhretinin yaratıcısını aştığını düşündürtüyor. Tablonun birçok insanla ilişkiye geçmesi güzelliğinin, zamansız ve evrensel olmasının bir kanıtıdır.
Vincent van Gogh, bu eseri 1889'da Saint-Rémy-de-Provence yakınlarındaki Saint-Paul-de-Mausole'de yaptı. Van Gogh hastanede iken özgürlüğüne diğer hastalardan daha fazla izin verildi. Hastane alanını terk edebilir; resim yapmasına, okumasına ve kendi odasına çekilmesine izin verilirdi. Hatta bir stüdyo bile verildi. Hastalığı iyileşme seyrine girmişti ama maalesef tekrar etti. Halüsinasyonlar görmeye ve intihara meyletmeye başladı. Bu durum çalışmalarında bir renk değişimi yarattı. Koyu renkleri dahil etmeye başladı ve Yıldızlı Gece bu değişimin harika bir örneğidir. Mavi renkler tabloya hakimdir. Tepeleri ve gökyüzünü harmanlamaktadır. Küçük köy, tablodaki kahverengi, gri ve mavi renklerin içinde tabanda kalır. Her bina siyah ile açıkça belirtilmiş olsa da, yıldızların sarı ve beyazı ve ay gökyüzünde öne çıkar ve gözleri gökyüzüne çeker.
Gökyüzündeki girdaplarda, renklerin her biri yıldızların ve ayın etrafındaki bulutlarla yuvarlanır ve selvi ağacı üzerinde dalların eğrisi ile bükülürler. Bütün etki bir rüya izlenimi verir. Tepeler kolayca aşağıdaki küçük köye iner. Buna karşılık, kasaba fırça darbelerinin akışını kesen sert çizgilerle yapılmıştır. Küçük küçük ağaçlar kasabanın esnekliğini yumuşatır. Bu resmin en çok ilgi çeken noktalarından biri, tamamen Van Gogh’un hayal gücünün eseri olmasıdır. Manzaralardan hiçbiri Saint-Paul'ü çevreleyen alanla veya penceresinden gördüğü manzarayla uyuşmaz. Gördüklerini resmeden bir adam olarak, Van Gogh’un normal çalışma tarzına göre oldukça farklı bir tablodur.
Eser, Van Gogh'un dindar bir evde büyümesinden kaynaklanan bir nefes alma isteğini de yansıtmaktadır. Resmi üç parçaya böldüğümüzde gökyüzü ilahidir. İnsan anlayışının ötesinde ve erişemeyeceği yerdedir gerçek dışı kısmı sembolize eder. Selvi, tepeler ve yerdeki diğer ağaçlara doğru indikçe bükülmeler ve kıvrılmalar gökyüzündeki düzenle uyum sağlayan yumuşak açılara dönüşür. Son kısım ise köy. Düz çizgiler ve keskin açılar onu resmin geri kalanından ayırır, görünüşte gökyüzü ya da gerçek dışılıktan ayırır. Bununla birlikte, köyün içinden geçen ağaçların ve kilisenin gökyüzüne uzanışı sayesinde sanatçı sanki Tanrı'yı köye getirmektedir.
İşin ilginci, sanatçı, bir gün en ünlü eserleri arasında yer alacak bu tabloyu kardeşine yazdığı mektupta başarısızlık olarak değerlendirmiştir. Bazı analistler, ön plandaki stilize selvi ağacının sembolizmini, ölümle ve Van Gogh'un intiharıyla ilişkilendirir. Ancak, selvi aynı zamanda ölümsüzlüğü de temsil etmektedir. Resimde, ağaç gökyüzüne ulaşır ve dünya ile gökler arasında doğrudan bir bağlantı görevi görür.
Bu eser, empresyonizmin gerçeklik algısı, doğa gözlemciliği ve yoğun renk anlayışını bırakarak, sonraki tüm ekspresyonist eserler için bir mihenk taşı niteliğindedir.
Okuduğunuz için teşekkürler. Sanatla kalın...
Fransız ressam Delaroche’nin 1833 yılında yaptığı ‘‘Leydi Jane Grey’in İdamı’’ bir yıl sonra Salon de Paris’de sergilendiğinde büyük ilgi ve beğeni toplamıştır. Peki bir Fransız ressam ne diye İngiliz Kraliyeti ile ilgili resim yapmıştır?Resmin yapıldığı tarihten yaklaşık 40 yıl öncesine gittiğimizde Fransız Devrimi yaşanmıştır. Bu devrim sırasında gerçekleşen sayısız idam Fransız sanatçılar üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Londra Ulusal Galerisinde sergilenen bu eserin merkezinde Leydi Jane Grey’i görüyoruz.Kendisi ‘Dokuz Günlük Kraliçe’ olarak da bilinmektedir. İngiliz Kraliyetinde kısa süreyle tahta oturan ve dokuz gün hüküm sürebilen 16 yaşındaki bu genç kız, aslında trajik şekilde başkalarının siyasi oyunlarının bir kurbanı olmuş ve acımasızca öldürülmüştür.VIII.Henry öldükten sonra yerine oğlu VI.Edward geçmiştir. Ancak genç Edward 15 yaşında ölürken üvey kardeşleri Mary veya Elizabeth’i tahta geçirmek yerine kuzeni olan Jane Grey’i tahta geçirmiştir.Hanedan içindeki Protestan-Katolik çekişmesi genç kızın idam edilmesine neden olacaktır. Leydi Grey bir Protestan’dır. Bu yüzden hanedanlığın ve ülkenin Protestan olmasını isteyen kimseler tarafından tahta çıkışı desteklenmiştir.Ancak Edward’ın üvey kardeşi olan ve tahtın kendi hakkı olduğunu düşünen Leydi Mary Katoliklerin desteğini alarak dokuz gündür tahtta oturan Jane Grey’i acımasızca devirmiştir.Protestanların çekimser davranması ve desteği kesmeleriyle tahtta bir başına kalan Jane için artık idam kaçınılmaz hale gelmiştir. Sonunda 12 Şubat 1554 tarihinde Londra Kulesinin içinde 16 yaşındaki Jane Grey kafası kesilerek öldürülmüştür.İdam edileceği gün idam tahtasına doğru yürümüş, son sözlerini soğukkanlı kalmaya çalışarak söylemiş, İncil'den bir bölüm okumuş, gözlerini bağlatmış, bağlı gözleri ile idam tahtasına yürürken de ayağı takılmış ve paniklemiştir. Sonra yanındakilere ‘tahta nerede’ diye sormuş...Resimde genç kızın idam edilmeden önceki halini tüm dramı ile izliyoruz. Gözleri bağlı olan kızıl saçlı güzel beyaz satenden içlikleriyle masumiyet sembolü gibi eserin duygu ve konum olarak merkezinde yer alır.Bedeninin ufak tefek olması, cildindeki gençlik, gözündeki banda rağmen kırmızı dudaklarının mutsuz bir ifadeyle aralık olması resme ciddi bir masumiyet ve dram katıyor.Beyaz tonlarının Jane Grey üzerindeki hakimiyeti dramatik bir ışık etkisi yaratırken bir yandan da onun masumiyetini temsil ediyor. Teni sanki çoktan ölmüş gibi solan Jane Grey, bir ölü soğukluğu ile resmedilmiş.Yaşadıklarını anlayamayan, sadece bir piyon olan bu güzel kız başkalarının hırslarına ve entrikalarına maruz kalarak öldürülmek üzeredir ve bu düşünce bile onun hayat ile olan bağlantısını çoktan kesmiş gibidir.Sahnenin trajik yönünü ve Grey’in naif kişiliğini ortaya koyan oldukça zekice tasarlanmış hareket ise kızın el yordamı ile zarif boynunu koyacağı yeri aramasıdır.Ahşap idam tahtası ise seyircinin bakmak istemeyeceği bir detay olsa da ressam onu o kadar güzel işlemiş ki hepimizi bakmaya zorluyor. Gerçeklerle Jane Grey gibi yüzleşmemizi istiyor.Etrafta gördüğünüz samanlar ise birazdan kesilecek olan Jane Grey’in başının kanlarının etrafa yayılmadan emilmesini sağlamak için yerleştirilmiş.
Onun zarafetinin farkında olan cellat, genç leydinin dizlerinin üzerine yumuşacık bir yastık koymuş. Bu yastık hem kompozisyonun sağında yer alan keskin ve soğuk görünümlü baltanın hem de idam tahtasının sertliği ile zıtlık oluşturuyor.Kule’de teğmen olarak görev yapan Sör John Brydges genç kıza başını koyacağı tahtayı bulması için yardım ediyor.
Resmin sol kısmında yer alan cellat ölü kadar hareketsiz ve soğuk bir duruş sergiler.
Kompozisyonun geri kalanında ağlayan, farklı tepkiler veren figürlere kıyasla resimde onlarla zıtlık oluşturan önemli bir figürdür. Birazdan kafasını keseceği Leydi’nin sanki yüzünü görmeye çalışır gibi ona baktığını görüyoruz.Eserin sol tarafında ise Jane Grey’in nedimelerinden biri yer alıyor. Leydinin az önce üzerinden çıkardığı elbisesini kucağına almış, olduğu yere yığılıp kalmış olan bu kadın Jane’in yasını şimdiden tutmaya başlamış.Nedimelerden bir diğeri ise birazdan yaşanacaklara bakmak istemediği için duvara doğru dönmüştür. Esere bakanlar genelde karmaşık duygular yaşadıklarını ifade etmişler. Aslında bu yine sanatçının kompozisyonu kurgulama tarzı ile alakalıdır.Burada gördüğümüz figürler farklı tepkiler veriyorlar. Biz bu tepkilerden bazı duyguları algılıyoruz. Korku, çaresizlik, dehşet, merhamet ve cesaret resimde keskin şekillerde görebileceğimiz ve alabileceğimiz kavramlardır.Delaroche Fransız Devriminde yaşanan acımasız ve haddinden fazla gerçekleşen idamlara üzeri kapalı bir gönderme olarak seçtiği bu eserinde, suçu olmadan, ne olduğunu anlamadan ölen insanlara dikkat çekmiştir.Birilerinin oğlu, kızı ya da akrabası oldukları için öldürülen yüzlerce masum genci bu eseriyle üstü kapalı bir şekilde onurlandırmıştır.
Okuduğunuz için teşekkürler. Sanatla kalın...
Bugün sizlere Sürrealist akımın en güçlü isimlerinden biri olan Rene Magritte’nin 1937 yılında Freudyen bir sembolizm ile yaptığı ‘Şifacı’ adlı eserinden bahsedeceğim.Sürrealist sanatçılar rüyaları ve psikanalizi temel alarak resimler yapmayı tercih ederler. Psikanaliz yöntemine göre İnsanın; gizli kalmış, bilinç düzeyine çıkamamış, istek ve düşünceleri bilinç altında gizlidir.Bu gizli bölüme ancak; rüyalar, hipnoz ya da yarı rüyalı dönemler sayesinde girilebilir. Bu anlamda Sürrealizm; rüyaların, en derin duyguların ve imgelerin dışa vurumdur.Sürrealist anlatımda gerçek dünyanın normal olayları ve objeleri bulunabilir, ancak olaylar ve objeler arasında fizik ötesi, fantastik olağan dışı bağlar ve ilişkiler bulunabilir. Yani alakasız nesneler, alakasız ortamlarda bir araya gelebilirler. Tıpkı rüyalarımız gibi...
Gördüğümüz eserde, bastonundan yola çıkarak yaşlı olduğunu tahmin edebileceğimiz bir figür var. Diğer elinde de içi dolu bir torba tutuyor. Bu yaşlı adamın göğsünün kafesten oluştuğunu görüyoruz. Kafes, Freudyen sembolizmde baskılamanın, bastırılan duyguların bir sembolüdür.Yaşlı adamın belden yukarısının kafesten oluşması onun bastırılmış bir yönü olduğunu vurguluyor. Kafesin içinde ise iki beyaz kuş figürü var. Bunlar erkek cinselliğinin bir sembolüdür.Burada bedensel arzularından dünyevi zevklerden arınmış yaşlı bir adam görüyoruz. Omuzlarındaki kırmızı örtü, her birimizde bulunan ve kendimi, gerçek benliğimizi, içimizi, en derin arzularımızı örten ve onu diğer insanlardan koruyan örtüdür.Ancak yaşlı adamın örtüsü artık açılmıştır. Onun çekinecek bir şeyi yoktur. Sırlar ve arzular için çok yorgun ve yaşlıdır. Kafasındaki şapka ise ailenin bir sembolüdür. Çoğu Sürrealist ressam şapkayı bir baba figürü ya da baskın bir gücü temsil etmek için kullanırlar.Burada gördüğümüz bu figür ailesinin baskısı ve vicdan duyguları nedeniyle içindeki kafesin kapısını hiç bir zaman açmamış ve içindeki kuşlara özgürlük tanımamıştır.
Kuşlara bakın, neredeyse kafesin kapısını kendileri kapatacaklar. Çünkü o kafesin dışına çıkarlarsa uçamayacak ve ölecek gibidirler. Kuşlar için kafesin kapısının açık olması hiçbir anlam ifade etmemektedir.Yaşlı adam kendini örten örtüleri çok geç kaldırmış ve kafesin kapısını çok geç açmıştır. Bu geç kalmışlığın Freudyen bir dille ve Sürrealist bir görsellikle dışavurumdur. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sanatla kalın...
Merhabalar bugün size Norveçli ressam Edvard Munch’un ''Çığlık/Scream'' adlı eserinden bahsedeceğim. Öncelikle, orijinal adı 'Boğuntu' olan bu eserin sanatçısından da biraz bahsetmem gerek.12 Aralık 1863’de Oslo’nun kuzeyinde yer alan Löyten’de doğan sanatçı 23 Ocak 1944’de hayata veda etti. Ancak çoğu insan gibi sadece gelip geçmedi hayattan, bir ressam olarak sanat dünyasında büyük iz bıraktı.Bu eserlerden biri ise günümüzde hala en popüler resimlerden Çığlık.Munch öyle bir anda durduk yere yapmadı bu eseri. Hayatı boyunca yaşadıkları, gördükleri ve okuduklarının birikimidir bu eser.5 yaşında Annesini kaybeden sanatçı, teyzesinin yanında yaşamaya başladı. Annesinin ölümünden 8 yıl sonra ablasının da tıpkı annesi gibi vereme yakalanarak ölmesini çaresizce izledi.Resimlerinde çaresizlik olgusu belki de bu yüzden bu kadar güçlü ifade ediliyor. Ancak çaresizlikten öte, çok daha gözle görülür şekilde hasta ve ölü insanların resimlerini yapmaya başladı. (Hasta Çocuk adlı eseri)Edvard Munch 1889 yılında devlet bursu kazanarak Paris’e gitti ve orada Van Gogh resimleri ile tanıştı. Ayrıca Gauguin ve Lautrec’den de etkilenen sanatçı Oslo’ya döndüğünde eski üslubunu tamamen bir kenara koymaya karar vermişti.Resimleri dış dünyadan değil, kendi iç dünyasından olmalıydı. Kendisi bu konuda şöyle söylüyor; ''Kitap okuyan erkeklerle yün ören kadınların bulunduğu iç mekanlar yapmaktan vazgeçmeli ve yaşan insanların; soluk alan, acı çeken, aşık, seven insanların resimlerini yapmalıyız!''
İşte bu noktadan sonra kendi şahsına özel bir anlatımla ekspresyonist (dışavurumcu) eserler yapmaya başladı. Resimler zaman zaman yumuşama gösterse de Munch her zaman karanlık ve ürpertici resimler yapıyordu.
1908 yıllarında bir sinir hastalığı geçiren Munch Almanya’da Kopenhag Kliniği’nde tedavi edildi. Bu dönemden sonra resimlerde daha aydınlık renkler ve daha güçlü fırça darbeleri yapmaya başladı.Ancak değişen sadece kendisi değildi. Dünya da hızlı bir değişime ve tıpkı Munch’un iç dünyası gibi kaosa sürükleniyordu. 1937 yılında Naziler tarafından tıpkı daha önce pek çok Ekspresyonist sanatçıya yapıldığı gibi Mucnh’un da eserleri toplatıldı.
Naziler; Otto Dix, Edvard Munch, James Ensor, Egon Schiele ve daha pek çok ünlü ismin eserlerini Dejenere sanat olarak adlandırıp toplatmışlardı.1940 yılında Nazi hükümeti ile iş birliği yapan Norveç hükümetini eleştiren Edvard Munch Norveç Sanat Konseyi’ne katılma teklifini de bu sebeple reddetti.Yaşlılık dönemlerinde yaşadığı bu olaylar Munch’ın şu sözleri söylemesine sebep oluyordu; ''Verebileceğim tek şey resimlerim, onlar olmadan ben bir hiçim''.Munch çok güçlü bir sanatçıdır. Onun resimlerine baktığınızda, hakkında hiç bir şey bilmeseniz bile bir etkileşime girer ve eserden yoğun bir duygu alırsınız. Hayatında sadece ölümler değil başka trajedilerin de olması onu melankolik bir dışavurumcu yapmış.Bir şarap tüccarının kızı olan Tulla Larsen ile olan ilişkisi onun hayatındaki duygusal travmaların bir başka sebebidir. Aralarındaki cinsel soğukluk Munch'un çoğu resminde güçlü bir şekilde hissedilir. Erkek ve kadın figürleri arasında sürekli engeller vardır.Bu engel kimi zaman bir ağaç kimi zaman bir yol olarak çıkar karşımıza. Tulla Larsen'den ayrılmaya çalıştığında Tulla intihar etmek için kendi başına silah dayamış ve Munch onu kurtarmak için silahın üzerine doğru atladığında silahın ateş almasıyla bir parmağını kaybetmişti...
İşte hayatında yaşadığı bu kasveti başarılı bir şekilde tuvallere aktarmayı amaçlayan Munch, 1893 yılında başyapıtı olarak nitelendirilen 'Çığlık' adlı eserini yaptı.
Munch resim yaparken; bireyin ruhunun parçalandığı bir dünyadaki, modern ruhsal yaşamı yansıtmayı amaçladığını söylemiştir. Doğaüstü ve etkileyici resimler yapan sanatçı aynı zamanda insanın korkularını, sefaletini, aşkı, hastalığı, kıskançlığı ve ölümü betimler.Munch’un kendi deyişiyle; ''İçimdeki cinleri kovmak için, sürekli tuvale aktardığım temalar ve imajlardır.''
Bunu yaparken de fırçasını aceleci ve dışavurumcu bir şekilde tuvale dokunduran ressam, donuk renkler ile canlı renkler arasında hızlı iniş-çıkışlar yaparak insanlığın ruhsal problemlerine ve manevi sorunlarına değinir.Çığlık adlı eserinde de kullanılan tüm renkler ve formlar resmin içeriğini ve duygusunu şiddetli bir şekilde güçlendiriyor. Bu eser Munch’un sanatında o zamana kadar etkili olmuş farklı konu ve üslupların muhteşem bir birleşimidir
Renk ve deformasyonun (bilinçli olarak anatominin bozuk gösterilmesi) bir ifade aracı olarak kullanılması, bu eseri modern bir başyapıt ve öncü bir eser haline getirmiştir.Resimde, yüzeye diyagonal olarak yerleştirilmiş köprü üzerinde çığlık atan bir kişi yer alıyor. Yüzü korkunç olan bu figür fal taşı gibi açılmış gözleri ile bir maskı veya kafatasını andırıyor.Deniz ve kızıl gökyüzü dalgalanarak bütünleşiyor. Tüm sahne, seyirciye boğucu bir deneyim yaşatmak istiyormuş gibi tasarlanmış. Munch, güçlü renkler arasında sert geçişler yaparak izleyicinin duygularında da sert geçişler meydana gelmesini istiyor.Başını elleri arasına almış bu figür öyle bir çığlık atıyor ki bu çığlığın etkisiyle Zemin ayaklarının altından kayıyor ve gökyüzü titriyor…
Çığlık adlı bu eser bilindiği üzere Edvard Munch’un yakın bir arkadaşı ile çıktığı gezintide bizzat yaşadığı anlık bir buhranı dışavurumcu bir dille anlatmasıyla oluşmuş bir eserdir.Orada tam olarak ne hissettiğini bilmesek de resme baktığımızda çok güçlü bir şeyler olduğunu söyleyebiliriz.Bura bir çığlık söz konusu da değil. Aslında içeri doğru atılan sessiz bir çığlık bu. Bu yüzden de sanatçı eserin ilk adını 'Boğuntu' olarak belirlemiş. Aslında bu çığlık atmak istediğimiz ancak bütün gücümüzle, ruhumuzla attığımız bir çığlığı yansıtıyor.Much, bu resimde tasvir edilen olaydan ilk kez günlüğüne Ocak 1892’de söz etmiş. Bir kaç versiyonu eskiz olarak yapmış ve birinin üzerine de ‘ancak bir deli yapmış olabilir’ yazmış. ‘Doğanın basit bir kopyasından fazlasını istiyoruz, kalbin kanıyla yaratılan sanatı...’Resim hakkında sorulan sorulara da şöyle cevap veriyor; ''Bir çığlık duydum ve o zaman bulutları sanki kanmış gibi boyadım ve renklere de çığlık attırdım.''Savaşlara, hayatındaki trajedilere ve modern çağ bunalımına verilen dışavurumcu bir tepkiydi. Bu nedenle 20.yy’da insanın hızlı ve karmaşık, içinden çıkamaz bir hale gelen dünya karşısında kapıldığı duyguların simgesi haline gelmiştir.
Rp/
I. Bepanthene ampul DIIIB(üç)
ilk 5 gün S:1x1 ampul IM
sonra 5 adet gün aşırı IM
sonra 5 adet haftada bir IM
Periferik nöropati, diyabetik/yaşlı hastalarda ayak tabanında yanma ile veya yaşlılarda bir kısım idrar kaçırma şikayetleri ile kendini gösterebilir.
Hastalar ayaklarını geceleri yorgandan çıkardığını söylerler. Bazı vakalarda yanma uyuşukluk karışık şekillerde görülebilir.
Hastalar muayenede bakmadan hangi ayak parmağına dokunulduğunu ve hangi yöne hareket ettirildiğini tüm parmaklarda anlayamazlar.
Aynı zamanda kronik kabızlıklarda da bir etken olarak düşünülmelidir.
Yukarıdaki kür cerrahi sebeplere dayanmayan idrar kaçırmalarında ve ayak tabanı yanmalarında hızla iyi sonuçlar verebilir.
Yaşlılarda periferik nöropati sebebiyle çok iyi durumda olmayan nöromusküler koordinasyona katkı sağlayabilir.
Not: Erişkin hasta için örnek reçetedir.
G
😃✍️