Merhabalar bugün size Norveçli ressam Edvard Munch’un ''Çığlık/Scream'' adlı eserinden bahsedeceğim. Öncelikle, orijinal adı 'Boğuntu' olan bu eserin sanatçısından da biraz bahsetmem gerek.12 Aralık 1863’de Oslo’nun kuzeyinde yer alan Löyten’de doğan sanatçı 23 Ocak 1944’de hayata veda etti. Ancak çoğu insan gibi sadece gelip geçmedi hayattan, bir ressam olarak sanat dünyasında büyük iz bıraktı.Bu eserlerden biri ise günümüzde hala en popüler resimlerden Çığlık.Munch öyle bir anda durduk yere yapmadı bu eseri. Hayatı boyunca yaşadıkları, gördükleri ve okuduklarının birikimidir bu eser.5 yaşında Annesini kaybeden sanatçı, teyzesinin yanında yaşamaya başladı. Annesinin ölümünden 8 yıl sonra ablasının da tıpkı annesi gibi vereme yakalanarak ölmesini çaresizce izledi.Resimlerinde çaresizlik olgusu belki de bu yüzden bu kadar güçlü ifade ediliyor. Ancak çaresizlikten öte, çok daha gözle görülür şekilde hasta ve ölü insanların resimlerini yapmaya başladı. (Hasta Çocuk adlı eseri)Edvard Munch 1889 yılında devlet bursu kazanarak Paris’e gitti ve orada Van Gogh resimleri ile tanıştı. Ayrıca Gauguin ve Lautrec’den de etkilenen sanatçı Oslo’ya döndüğünde eski üslubunu tamamen bir kenara koymaya karar vermişti.Resimleri dış dünyadan değil, kendi iç dünyasından olmalıydı. Kendisi bu konuda şöyle söylüyor; ''Kitap okuyan erkeklerle yün ören kadınların bulunduğu iç mekanlar yapmaktan vazgeçmeli ve yaşan insanların; soluk alan, acı çeken, aşık, seven insanların resimlerini yapmalıyız!''
İşte bu noktadan sonra kendi şahsına özel bir anlatımla ekspresyonist (dışavurumcu) eserler yapmaya başladı. Resimler zaman zaman yumuşama gösterse de Munch her zaman karanlık ve ürpertici resimler yapıyordu.
1908 yıllarında bir sinir hastalığı geçiren Munch Almanya’da Kopenhag Kliniği’nde tedavi edildi. Bu dönemden sonra resimlerde daha aydınlık renkler ve daha güçlü fırça darbeleri yapmaya başladı.Ancak değişen sadece kendisi değildi. Dünya da hızlı bir değişime ve tıpkı Munch’un iç dünyası gibi kaosa sürükleniyordu. 1937 yılında Naziler tarafından tıpkı daha önce pek çok Ekspresyonist sanatçıya yapıldığı gibi Mucnh’un da eserleri toplatıldı.
Naziler; Otto Dix, Edvard Munch, James Ensor, Egon Schiele ve daha pek çok ünlü ismin eserlerini Dejenere sanat olarak adlandırıp toplatmışlardı.1940 yılında Nazi hükümeti ile iş birliği yapan Norveç hükümetini eleştiren Edvard Munch Norveç Sanat Konseyi’ne katılma teklifini de bu sebeple reddetti.Yaşlılık dönemlerinde yaşadığı bu olaylar Munch’ın şu sözleri söylemesine sebep oluyordu; ''Verebileceğim tek şey resimlerim, onlar olmadan ben bir hiçim''.Munch çok güçlü bir sanatçıdır. Onun resimlerine baktığınızda, hakkında hiç bir şey bilmeseniz bile bir etkileşime girer ve eserden yoğun bir duygu alırsınız. Hayatında sadece ölümler değil başka trajedilerin de olması onu melankolik bir dışavurumcu yapmış.Bir şarap tüccarının kızı olan Tulla Larsen ile olan ilişkisi onun hayatındaki duygusal travmaların bir başka sebebidir. Aralarındaki cinsel soğukluk Munch'un çoğu resminde güçlü bir şekilde hissedilir. Erkek ve kadın figürleri arasında sürekli engeller vardır.Bu engel kimi zaman bir ağaç kimi zaman bir yol olarak çıkar karşımıza. Tulla Larsen'den ayrılmaya çalıştığında Tulla intihar etmek için kendi başına silah dayamış ve Munch onu kurtarmak için silahın üzerine doğru atladığında silahın ateş almasıyla bir parmağını kaybetmişti...
İşte hayatında yaşadığı bu kasveti başarılı bir şekilde tuvallere aktarmayı amaçlayan Munch, 1893 yılında başyapıtı olarak nitelendirilen 'Çığlık' adlı eserini yaptı.
Munch resim yaparken; bireyin ruhunun parçalandığı bir dünyadaki, modern ruhsal yaşamı yansıtmayı amaçladığını söylemiştir. Doğaüstü ve etkileyici resimler yapan sanatçı aynı zamanda insanın korkularını, sefaletini, aşkı, hastalığı, kıskançlığı ve ölümü betimler.Munch’un kendi deyişiyle; ''İçimdeki cinleri kovmak için, sürekli tuvale aktardığım temalar ve imajlardır.''
Bunu yaparken de fırçasını aceleci ve dışavurumcu bir şekilde tuvale dokunduran ressam, donuk renkler ile canlı renkler arasında hızlı iniş-çıkışlar yaparak insanlığın ruhsal problemlerine ve manevi sorunlarına değinir.Çığlık adlı eserinde de kullanılan tüm renkler ve formlar resmin içeriğini ve duygusunu şiddetli bir şekilde güçlendiriyor. Bu eser Munch’un sanatında o zamana kadar etkili olmuş farklı konu ve üslupların muhteşem bir birleşimidir
Renk ve deformasyonun (bilinçli olarak anatominin bozuk gösterilmesi) bir ifade aracı olarak kullanılması, bu eseri modern bir başyapıt ve öncü bir eser haline getirmiştir.Resimde, yüzeye diyagonal olarak yerleştirilmiş köprü üzerinde çığlık atan bir kişi yer alıyor. Yüzü korkunç olan bu figür fal taşı gibi açılmış gözleri ile bir maskı veya kafatasını andırıyor.Deniz ve kızıl gökyüzü dalgalanarak bütünleşiyor. Tüm sahne, seyirciye boğucu bir deneyim yaşatmak istiyormuş gibi tasarlanmış. Munch, güçlü renkler arasında sert geçişler yaparak izleyicinin duygularında da sert geçişler meydana gelmesini istiyor.Başını elleri arasına almış bu figür öyle bir çığlık atıyor ki bu çığlığın etkisiyle Zemin ayaklarının altından kayıyor ve gökyüzü titriyor…
Çığlık adlı bu eser bilindiği üzere Edvard Munch’un yakın bir arkadaşı ile çıktığı gezintide bizzat yaşadığı anlık bir buhranı dışavurumcu bir dille anlatmasıyla oluşmuş bir eserdir.Orada tam olarak ne hissettiğini bilmesek de resme baktığımızda çok güçlü bir şeyler olduğunu söyleyebiliriz.Bura bir çığlık söz konusu da değil. Aslında içeri doğru atılan sessiz bir çığlık bu. Bu yüzden de sanatçı eserin ilk adını 'Boğuntu' olarak belirlemiş. Aslında bu çığlık atmak istediğimiz ancak bütün gücümüzle, ruhumuzla attığımız bir çığlığı yansıtıyor.Much, bu resimde tasvir edilen olaydan ilk kez günlüğüne Ocak 1892’de söz etmiş. Bir kaç versiyonu eskiz olarak yapmış ve birinin üzerine de ‘ancak bir deli yapmış olabilir’ yazmış. ‘Doğanın basit bir kopyasından fazlasını istiyoruz, kalbin kanıyla yaratılan sanatı...’Resim hakkında sorulan sorulara da şöyle cevap veriyor; ''Bir çığlık duydum ve o zaman bulutları sanki kanmış gibi boyadım ve renklere de çığlık attırdım.''Savaşlara, hayatındaki trajedilere ve modern çağ bunalımına verilen dışavurumcu bir tepkiydi. Bu nedenle 20.yy’da insanın hızlı ve karmaşık, içinden çıkamaz bir hale gelen dünya karşısında kapıldığı duyguların simgesi haline gelmiştir.