Un Çuvalı: Bir Psikiyatrik Öykü
Bu öykü, Fırat Melih tarafından, Andrew Scull'un Uygarlık ve Delilik eserinden (Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları No:4703, İstanbul, 2016) esinlenerek yazılmıştır.
Hastaneden çıkalı birkaç hafta olmuş, doktorun verdiği bir torba dolusu ilaç daha bitmemişti. Kendimi iyi hissediyordum, ilaçları da kesmiştim. Ne gerek vardı onca ilaca. Sıkıldıkça evden çıkıyor, içimdeki dostumla sohbet ederek dolaşıyordum sokak sokak. Yine böyle bir gündü. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan kaçmak için girdiğim kütüphanenin raflarına göz atarken birden aklıma 1961 Anayasası’nı incelemek geldi. Rafların arasında birkaç dakika dolaştıktan sonra görevlilerin bulunduğu masaya doğru yaklaştım. Üzerinde soluk pembe önlük bulunan parmakları mürekkeple boyanmış yoluk saçlı bir bayan yanındakine fısıltıyla bir şeyler anlatıyordu. Kulak kabarttım; “un fabrikasının şoförü ikinci kez evlenmek için kız kaçırmış, başı belaya girmiş”; bu konuşma böylece sürüp giderken ondan yansıyanlar benim canevime, beyin hücrelerimin ribozomuna psikiyatrik muzur oluyordu. Işık impuls siteomotor makineyle polis otosunda hastaneye götürülürken gördüm kendimi; uzaklardan bir yerlerden bakarken “deli olsa gerek” diye düşündüm bir an. Oysa, 1961 Anayasası’nı anlayabilmek için hukuk sözlüğünü bulacak ve defterime çekecektim.
Böyle bir olay ikinci kez başıma geliyordu. İlkinde, olayların içerisinde komonistlerin parmağı olduğunu kesinlikle anlamıştım. Uzaya yolladıkları uydular aracılığıyla ışık erkinden yararlanıp beyin hücrelerime kadar etki yapıyorlardı. Bu durumu günlerce anlatmaya çalıştım çevremdekilere. Yine böyle bir gecenin sabahında bahçede havlayan köpeklerin sesleriyle aralanmış olan uykumdan annemin sesiyle sıyrıldım. Evdeki unun bittiğini çığlık atar gibi duyuruyordu herkese. Sabahları geç kalkanlara oldum olası kızardı. Havayı yumuşatmaya çalışan babam;
- Çarşı bakkalları unu çok pahalı satıyorlar, un fabrikasına bir telefon edip sorun, diye seslendi.
Yataktan fırladım. Un fabrikası fikrine tüm benliğimle karşı çıktım. Babam yine yumuşak bir ses tonuyla bu düşüncemin nedenini anlamayı amaçlayan sorular sordu.
- Sormayın... bugünlerde un almayın, diye direttim.
Beni dinlemeyerek un fabrikasına telefon açtı kız kardeşim. Elimizdeki paraya üç çuval un verebiliyorlarmış. Tüm direnmelerime karşın sipariş verdiler. Yarım saat sonra da un fabrikasının arabası geldi durdu kapının önünde. Perdenin arkasına sindim ve olacakları beklemeye koyuldum. Kız kardeşim kapıya seğirttiğinde birden fırlayarak önüne geçtim;
- Sen çıkma dışarı, babam alsın çuvalları... rus ajanları içeri girmeye çalışırsa önleyemezsin. Beni öldürürler. Tuvalet burda işte, yap... bokunu yiyeyim. On dakika kimse dışarı çıkmasın, diye yalvarıyordum haykırarak.
Kız kardeşim birden yolunu değiştirerek bodrum katına inen merdivenlere yöneldi. Merdivenlerin başında bir süre durarak bir şeyler düşündü ve sonra yuvarlanır gibi aşağıya, annemin yanına indi. Ben de arka taraftaki balkona çıktım. Evdeki en huzurlu yerdi burası. Dalları birbirine giren ağaçların örttüğü, güneşin bile beni göremediği bir yer. Birkaç dakika yaprakların sallanışını izledim. Un arabasını hatırlayarak içeri doğru girerken önce dizlerimin üzerinde yürüdüm bir süre, pencereye yaklaşınca da emeklemeye başladım. Perdenin sallanmamasına dikkat ederek yavaşça ayağa kalktım. Birden irkildim... tüm vücudumdan birkaç milyonluk elektrik voltu geçmişti sanki. Un arabasının şoförü pencerenin hemen dibindeydi; iki avucu içerisinde tutuşturduğu kibritle sigarasını yakmaya çabalıyordu. Başaramadı. Boş kibrit kutusunu sokağın ortasına fırlattı hışımla. Elleriyle ceplerini yokladı bir telaş. Yanına biri geldi. Sanki kendimi gördüm... beni gördüm birden. Bana çok benzeyen adam elindeki çakmağın alevini şoförün sigarasına doğru yaklaştırdı. Sigarasını yakan şoför sırtını un arabasına dayayarak evi izlemeye koyuldu. Bana benzeyen o da çömeldi karşısına ve bir süre şoförü izledi. Sonra... o birden kalkarak şoförün yanına geldi. İtiştiler, bağırdılar birbirlerine. Çok korkmuştum... perdenin arkasında yavaşça yere çöktüm. Şoförün giderek uzaklaşan sesi “bu evde kimse yok mu? Diye bağırıyordu. Odadan koşar adım çıkarak bodrum merdiveninin başına vardığımda kız kardeşimle burun buruna geldim. Asık suratıyla yüzüme baktı, başını iki yana sallayarak arka balkona giden koridora yöneldi. Un arabasının şoförü birkaç kez daha boş yere bağırdı durdu. İçin için güldüm. Yine emekleyerek perdenin dibine geldiğimde, şoför, önce apış arasına aldığı çuvalları tekrar kamyona yüklüyor bir yandan da bir şeyler söyleniyordu. Perdenin arkasında ne kadar kaldığımı anımsamıyorum. Un kamyonu gittikten bir süre sonra bir polis otosu durdu kapının önünde; “tamam” dedim, “baba, polisler rus ajanlarını almaya geldiler, yaşasın, kurtuldum” diye bağırdım. Koşarak aşağı indim, kapıyı açtım. Gülümsüyordum. İki polisten yaşlıca olanı;
- “Ali sen misin?”
Başımı salladım “evet” anlamında.
- Gel biraz dolaşalım, dediler.
Hemen ayakkabılarımı giydim. Ne güzel... günlerdir korkudan sokağa bile çıkamıyordum. Onların yanında güvende olacaktım. Eğer sohbet ederlerse siteomotor makinasından da söz etmemeliydim, ama sibernetik konusunda düşüncelerimi ilginç bulabilirlerdi. Arada bir sıkışan trafik nedeniyle bir saatten fazla sürdü yol. Bahçesine girdiğimiz binanın önünde çok sayıda polis otosu vardı. Polislerden biri –arkadaşları ona Ahmet diye sesleniyordu- koluma girdi. Ana kapıdan içeri girdikten on-onbeş adım sonra merdivenlerden inmeye başladık. Loş bir koridorun sol tarafındaki ikinci kapıdan girdiğimiz odadaki dört masanın ikisinde polisler oturuyordu. Biri arkaya doğru yaslanmış gazete okuyor, öteki polis sağ elini yumruk yaparak şakağına dayamış öylece oturuyordu; sol elindeki sigaranın külü neredeyse masaya düşecekti. Oturmamı söylediler. Gazete okuyan polise bir şeyler söyledi Ahmet’e. Gazeteyi arkadaki masanın üzerine bırakan polis memuru, önce telden bir tepsi içerisindeki kağıtlardan birkaç tane aldı, aralarına kara kağıtlar sokarken ağzındaki sigaranın külünü masanın üzerine düşürdü. Söylenerek sigarasını söndürdü. Masanın üzerine düşen külleri üflerken kül tablasındaki küllerin tümü masanın üzerine dağıldı. Bir kısmı da benim üzerime doğru geldi. Beni denediklerini düşünerek hiç ses çıkarmadım, tavandan sarkan lambanın çevresinde uçuşan sineklere çevirdim kafamı. Bir süre susmam gerektiği kanısındaydım. Konuşursam beni yanlış anlayabilirlerdi. Son günlerde herkes bana ters davranıyordu. Çok mutluydum ve bu mutluluğun başkaları tarafından bozulmasına izin vermeyecektim... evet, karar vermiştim. Yan gözle baktığımda, masanın üzerindeki külleri temizleyen polisin daktilo makinasını önüne doğru çektiğini gördüm. Ak ve kara kâğıt demetini makinasına taktı. Her iki elinin işaret parmaklarıyla tuşlara vurarak bir süre bir şeyler yazdı. Sonra bana döndü. Sorular sormaya başladı. Kendimle gurur duymaya başlamıştım. Adımı ve soyadımı sordu, sonra da nüfus kağıdımı istedi. Ceketimin iç cebindeki naylon torba destesini çıkararak açmaya başladım. Naylon torbalar, kimliğimi dış etkilerden ve ışın erkinden koruyor, rus ajanlarının kişiliğimi etkilemesini önlüyordu. Arada bir nüfus kağıdıma bakarak bir şeyler yazan polis bana dönerek;
- Un kamyonetinin şoförüne nedene vurdun?
Şaşırmıştım. Oysa şoför kapının önünde bağırıp çağırdıktan sonra söylene söylene arabasına binip gitmişti. Yoksa... ben dışarı çıkmış olabilir miydim? Belki de çıkmıştım. Her şey birbirine karıştı. Sigarasını söndürmüştü... yakmak için kibrit arıyordu. Yoksa o ben miydim, ona kibriti ben mi götürmüştüm, yoksa çakmak mıydı? Ben perdenin arkasında değil miydim? Onu hatırlıyorum. İki gün önce iki kez yolumu kesip dört tane süpürge sopası kırmıştı kafamda. Kaldırabilseydi un çuvallarını vuracaktı kafama. Benden şikayetçi olmuş, rapor bile almış. Bizimkiler de doğrulamışlar bu olayı. Ben de polise herşeyi anlatmaya karar verdim. Artık bu rus ajanlarının sonu gelmeliydi. İçimdeki ses ne anlattıysa bu ajanlar hakkında anımsayabildiklerimin tümünü aktarıverdim birkaç dakikada. Önceleri çok ciddi dinleyen polis bir süre sonra gülümsemeye başladı. Bir ara, kendisini beklememi söyleyerek dışarı çıktı. Bir-iki dakika sonra iki polisle birlikte döndü. Soruları yeni gelen polislerden yaşlıca olanı sormaya başlamıştı. Ayakta duran öteki polis pencerenin önüne giderek dışarıyı izlemeye koyuldu, ama ben konuştukça gülüyor mu ağlıyor mu anlayamadığım garip sesler çıkararak dışarı bakıyordu. Yaşlıca olan polis;
- Tamam, hastaneye sevkini yapalım, sonra da dosyayı savcılığa yollarız, dedi.
Kafasını iki yana sallayarak dışarı çıktı; sanırım genç polisin çıkardığı sesler ona da garip gelmişti. Polis otosu hareket ettiğinde onlara hasta olmadığını söyledim. Yanıt veren olmadı. Demek ki gizli bir yanı vardı bu işin. Belki de ajan olmak için heyet raporu gerekiyordu... tamam da un arabasının şoförünün bu işle ne ilgisi vardı, işte bunu çözememiştim. Akıl hastanesinde ne kadar kaldığımı bilemiyorum. Bir süre sonra, “46. Maddeden yırttın” dedi hastabakıcılardan biri. Neler saçmalıyordu, neyi yırtmıştım anlamadım;” delilerin arasında bu da delirmiş” diye düşündüm. Taburcu olurken bir torba da ilaç verdiler. İki ay sonra da “mahkemeye gidiyoruz” dediler, gittik. Anlamadığım bir sürü laf konuşuldu. Adli tıp diye bir yere gitmemi istedi yanımda duran kara giysili adam. Herhalde kriminolojik, psikiyatrik ve sosyolojik bir suç işlemişim.
Sabahın köründe vardık Adli Tıp denilen yere. Taksiyi almadılar demir parmaklıklı kapıdan içeri. Birkaç basamaklı merdiveni çıkınca girişi kontrol eden görevliyle burun buruna geldim. Bana bir şeyler sorarken, polis Ahmet abi yüzüme sürterek bir deste kâğıt uzattı görevliye. Görevli içeri aldı bizi. Burası geniş bir bahçeydi. Çiçekler ve ağaçlar, serçelerin cıvıltılı sesleri arasında jandarmalar, polisler, kadınlar ve kız çocukları, yürümekte güçlük çeken yaşlılar, elindeki simiti kemiren çocuklar, beyaz gömlekliler, asker arabaları, cezaevi kamyobüsleri, kara plakalı taksiler arasında dolaşırken daha aşağıdaki meydanı farkettim; tıka basa arabayla doluydu ve kapısına zincir gerilmişti. Kapının kenarındaki genç ancak ulu çam ağacı yukarılarda esen rüzgârın etkisiyle hafifçe sallanmasını izlerken birden ambulansların çığlıklarıyla sıçradım. Amma da dalmışım be.
Sıramızı beklerken bir numara bile vermediler. Orta boylu, şişmanca ve pos bıyıklı adamın biri eline bir deste kâğıt almış, insanları çağırıyordu. Beni getiren polis her seferinde usulca yaklaşarak bir şeyler söylüyordu. Görevli kafasını sallayarak ve mırıldanarak yanıt veriyordu. Kaç saat geçti bilemiyorum ama dar bir merdivenle çıkılan ikinci kattaki koridorun bir köşesinde de uzun süre bekledim. Artık kızmıştım, bu durumu protesto etmek için yüzümü duvara döndüm. Yakınımdan geçen insanlar bana bakıyorlardı. Sanırım bana bakanların çoğu ya rus ajanları ya da un getiren kamyonetin şoförünün akrabalarıydı. Yüzümü duvara dönmekle ne kadar isabetli bir iş yapmış olduğumu anladım. Kendi kendime “helal sana be, büyük adamsın” dedim, kendimi çok seviyordum. Birden birinin hızla kolumdan çekmesiyle sıçradım. “Haydi, içeri giriyorsun” dedi beni getiren polis. Elinde kâğıt destesi bulunan pos bıyıklı adamın soktuğu karanlık koridorda üzeri yorgana benzeyen bir kapının ününde durduk; “burada bekle, ben seni çağırmadan içeri girme” dedi.
Kapı açıldı ve pos bıyıklı adam adımı seslendi, sonra da kolumdan tutarak içeri çekti. Kafam dimdik omuzlarım arkada girdim içeri. Sol taraftaki bir masada çepeçevre oturmuş bir sürü insan. Beyaz gömlekleri olanlar doktordu da ötekiler her halde akrabaları filandı. Ortadaki beyaz saçlı asık suratlı adam bir şeyler söyledi. Anlamadım...herhalde bana değil derken birden haykırmaya başladı ağzından tükürükler saçarak ve bana doğru kafasını uzatarak;
- Sana söylüyorum be adam, adın ne?
Şaşırmıştım. Adımı söyledim ama. Yaşımı da. Bir sürü soru sordular. Hep bir ağızdan bağrışıyorlardı. Neye kızdıklarını bir türlü anlayamadım. Belki de aralarında kavga ediyorlardı. Beyaz saçlı asık suratlı adam ayağa fırladı, yanıma geldi. Yine bir şeyler sordu. Yine anlamadım. Rus ajanı olmalıydı. Belki de rusça konuşuyordu. Sustum. Hep sustum. Artık yabancı ajanlara karşı nasıl davranacağımı biliyordum. Beni tımarhaneye göndereceğini söyledi konuşmazsam. Çok sevindim. Sevincimi dudaklarımda görünce çıldırdı sanki. Küfrederek uzaklaştı yanımdan. Sonunda bir rus ajanını kızdırmayı başarmıştım.