·   · 2604 Giriş
  •  · 232 arkadaş

Kadın Cinayetleri: Bir Kıskançlık Paranoyası Öyküsü

Kıskançlık paranoyası ülkemizde çok yaygın görülen bir hastalıktır. Kadına uygulanan ve çoğu kez ölümle sonlanan şiddetin en önemli nedenidir. Kıskançlık patolojik bir süreçtir; fizyolojik bir kanser ya da myokard infarktı olmadığı gibi, fizyolojik kıskançlık da yoktur (Fırat Melih, 2022). Bu öykü, Fırat Melih tarafından, Andrew Scull'un "Uygarlık ve Delilik" başlıklı eserinden (Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları No:4703, İstanbul, 2016) ve ülkemizdeki kadın cinayetlerinin nedenlerinden esinlenerek yazılmıştır. 


Altı aydır cezaevindeyim, adam öldürme suçundan. Karımı. Altı ayda iki kez Bakırköy’e, akıl hastanesine yolladı savcı bey. İki ay sonra da dördüncü duruşmam yapılacak. Deli olmadığımı yüzlerce kez söyledim. Ya anlamak istemiyorlar ya da bir şey bilmiyor bunlar. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz ki. Her fırsatta erkeklere yakın olmaktan hoşlandığını sezdiğim karımı öldürdüm. Namusumu temizledim. Şimdi huzurlu hissediyorum kendimi. 

Karım eşyaları toplamaya henüz başlamıştı. Onun tüm direnmelerine karşın tek başıma karar vermiştim...gidecektik buralardan. Oturduğumuz apartman dairesini on yıl kadar önce daha yapımı tamamlanmadan almıştık. Projedeki bazı değişikliklerden sonra ölene dek yaşayabileceğimiz bir yuva ortaya çıkmış, tamamlanmasında iki hafta sonra da taşınmıştık. Geniş bir arazi üzerine kurulmuş beş ayrı bloktan oluşan kapalı bir siteydi. Yüzme havuzu bile vardı bahçenin bir köşesinde. Çocukların korkusuzca koşuşturduğu, bisiklete bindikleri, çimenlerin üzerinde yuvarlandıkları güvenli bir site. 

Bundan bir yıl iki ay öncesi, her dairenin giriş kapısının yan tarafına konulan ve aşağıdan zili çalan kişiyle konuşmayı sağlayan bir kutunun üzerindeki ışığın ikide bir yanıp sönmesiyle birlikte bazı şeylerden kuşkulanmaya başladım. Evimizi birileri dinliyordu sandım önceleri. Ancak, sonra vardım olayın farkına. Karım ne zaman önünden geçse ışık yanıyordu ya da ışık her yandığında karım oralardaydı. Hemen sorduğumda;

- Farkında bile değilim, ışık yanarsa yansın, sana ne, yanıtını aldım. 

Bu işi bu kadar basite indirgemesini yadırgadım ama üzerinde durmadım önceleri. Işık yanıp söndükçe içimi bir şeyler kemiriyordu. Bu sorunu çözmeliydim.

Site yönetici şaşkın gözlerle dinledi beni. Dairemin dinlenmesinin söz konusu olmadığına inandırmak için gösterdiği çabalar gözümden kaçmamıştı. Öteki dairelerde oturanların böyle bir şikâyeti olmadığını ve dairelerin dinlenmesinin olanaksız olduğuna inandırmaya çalıştı beni. Belki de aradığım kişi site yöneticisiydi. Evet...evet, o olmalıydı. Bu kadar çabayı göstermezdi o olmasaydı. 

Kırmızı ışık sinyalleri kesilmedi. Bunun üzerine site yönetimine bir dilekçe yazarak dairemdeki dinleme sisteminin iptHüseyinni istedim. Yanıt yine kuşkuluydu. Böyle bir işlemi yaparlarsa tüm apartmanın dinleme sisteminin bozulacağı bildirildi. Anlaşılan, site yönetici dinleme sistemini yitirmek istemiyordu. 

Önceleri varlıklarının farkına bile varmadığım ya da hiç selamlaşmadığım komşularımın bazıları beni gördüklerinde dudaklarında uçuşan alaycı bir gülücükle selam vermeye, bazıları da geldiğimi gördüklerinde arkalarını dönmeye başladılar. Sitenin marketine girdiğimde gösterilen ilgi de artmıştı. Kasadaki genç kız ödeme yapan bir bayana bir şeyler fısıldadıktan sonra benim bulunduğum tarafa doğru bakarak bastı kahkahayı. Artık herkes her şeyi biliyordu. Sitedeki dinleme düzeninden benden başka yakınması olan bulunmadığına göre, yönetici ile eşim arasında bir bağlantı olmalıydı. İnanmak istemiyordum ama tüm olaylar beni aynı sonuca itiyordu. İnsanların anlamlı bakışları, gülücüklü selamlar ve fısıldaşmalar...

Akşam yemeğinde konuyu karıma açtığımda şaşırmış gibi davranmaya çalıştı. Böyle bir şeyin olamayacağına inandırmak için gösterdiği çaba, site yöneticisinin gösterdiği çabadan farksızdı. Yapabileceğim en iyi işi yaptım; dinleme kutusunun ön yüzüne güçlü bir yapıştırıcıyla kalın bir plastik yapıştırdım.  Işık görünmüyordu artık, karım ile yönetici arasındaki bağlantı tümüyle kesilmişti. Birkaç gün sonra, çalıştığım bankadaki senetleri dosyalarına kaldırırken beynimden vurulmuşa döndüm. Evdeki ışıklı dinleme sisteminin kullanılmasını önlememin önemli olmadığını, benim evde olmadığım saatlerde yöneticinin telefon edebileceğini, eve bile girebileceğini düşüncesi saplandı beynime. İçim içimi kemiriyordu. Zor ettim akşamı. Bankayı terk etmeden önce ertesi gün için izin istedim müdürden.

Kapıda karşıladı karım...çok coşkuluydu. Okul arkadaşlarından biri yıllardır Almanya’daymış, kesin dönüş yapmışlar. Yarın öğlen yemeğine çağırmış. Bize onbeş-yirmi dakikalık bir uzaklıktaymış evleri. Onun bu kadar coşkulu olmasında eski bir arkadaşının etkisi olamayacağını düşünerek benim evde olmadığım saatlerde bir şeyler çevirdiğine kesin kes inanmıştım artık. Yemekten hemen sonra banyoya girmesi düşüncelerimin tümünü doğrular gibiydi. Artık bu işe bir son vermeliydim. Bütün gece, ertesi gün yapacaklarımı planlamakla geçti.

Kahvaltıdan sonra, işe gitmek üzere her günkü saatte çıktım evden. Bankada olduğuma inandırmak için bir de telefon ettim, ağzını aradım. Saat onbirde çıkacaktı evden. Onbire kadar sokaklarda dolandım. Arkadaşının Kartal’da oturduğunu söylemişti. Onbire çeyrek kala Kartal minibüs durağının arkasında bir yere gizlenerek onu beklemeye başladım. Onbiri beş geçe hızlı adımlarla minibüs durağına geldi.

Bütün gece beceriksizliğime kızıp durdum. Neden bir taksiye atlayıp peşine düşmemiştim sanki. Bu böyle sürüp gitmezdi. En köklü çözüm, onun sokağa çıkmasını ya da eve birinin gelmesini önlemekti. Kahvaltıda söyledim düşündüklerimi. Bana;

- Sen delisin! diyerek bastı kahkahayı.

Umursamaz gibi görünüyor, ama gözümün ucuyla telaşlandığını görür gibi oluyordum. Üstelik, sol kolundaki morluğun nasıl olduğunu da açıklayamamıştı.

O sabah servisten inerken kararımı vermiştim. Bu sitede yaşamayı sürdürürsem hiçbir şeyi engelleyemeyecektim. Evet...karımdan kuşkulanıyordum ve en iyi çözüm buralardan uzaklaşmak, beni ve karımı hiç kimsenin tanımadığı bir yere gitmekti. Bütün günüm iş yapmaktan çok tayinimi isteyeceğim şubelerinin yerlerini incelemekle geçti. Bir kere, Avrupa yakasında olmalıydı şube. Sonra, siteye çok uzak olmalıydı. Yeni evimde ışıklı dinleme sistemi de olmamalıydı. Telefon numarası da değişecekti. 

Karım çok direndi bu düşünceme. Burada mutlu olduğunu söyleyip tepki gösterdikçe kuşkularım perçinleniyordu. Kararımı değiştiremedi, tersine, iyi bir karar verdiğim için kutladım kendimi. Eşyaları toplamaya başlamasını söylemek için mutfağa girdiğimde ağlıyordu. 

Üçüncü gün buldum gidebileceğim banka şubesini; Silivri’ye gidiyordum. O hafta sonunu ev arayarak geçirdim. Karım benimle gelmedi ama içim rahattı. Daire kapısını üzerine kilitlemiştim. Ayrıca, görülmeyecek bir yere şeffaf bir de band yapıştırmıştım. Cumartesi bulamadım ama Pazar günü iki katlı bir apartmanda buldum aradığım daireyi. Özellikle dindar insanların bulunduğu bir semtti, ev sahibi de hacıydı. Kira için pazarlık yaparken;

- Bunların hepsi Allah’ın malı, bir aracıyız, demesi çok hoşuma gitmişti. 

Ayrıca, zırt pırt misafir istemiyordu. Bundan iyi güvenlik olamazdı. Bir yıllık peşin için uzun süre pazarlık yaptık, sonunda altı aylık peşine razı oldu, bir de kefil istedi. Bankada çalıştığımı duyunca kefilden de caydı.

Eve döner dönmez zili çalmadan çıktım yukarı. Önce kapıya yapıştırdığım bandı inceledim, yerli yerindeydi. Sonra da içeri girdim sessizce. Çıt çıkmıyordu. Parmaklarımın ucuna basarak ve kapıları dikkatle açarak evi dolaştım. Yatağa uzanmış uyuyordu. Baş ucunda yarım bardak su ve üzüldüğü zamanlar içtiği sinir şurubunun şişesi vardı. Hafifçe öksürdüm. Kirpiklerinin arasından baktı, bir şey söylemeden sırtını döndü.

Silivri’de kış ayları sessiz ve sorunsuz geçti. İlkbaharı müjdeleyen çiçeklerle birlikte sokaklardaki insan sayısı da artmaya başladı. Okulların kapanmasıyla birlikte maaşlarını çekmeye gelen emeklilerin, kredi kartı borcu ödemek isteyenlerin, havale bekleyenlerin, senet ödeyenlerin vücut ısılarının da eklendiği yaz sıcakları bastırmıştı. Alışverişi de üzerime aldığım için karımın evden çıkmaması gerekiyordu ama yine de aklım evdeydi hep. Öğlen tatillerinde ve bazı akşamlar bir saatlik izin alıp biraz önce çıkıyor, evimizin bulunduğu sokağın başındaki kahveden gereken kontrollerimi yapıyordum. Bazı akşamlar kafasını dışarı çıkarıp sokağın her iki ucundaki insanların arasında birilerini arar gibi bakınıyordu. Bir öğle vakti, kahvenin cam önündeki köşe masalarından birinde simit ve kaşar peynirinden oluşan öğle yemeğimi yerken, birden salon camından bir şeyin bayrak gibi sallandığını gördüm. Bir anlık bir görüntüydü. Soluğum tutuldu, kalbimin atışlarını duyuyordum kulaklarımda, ağzımdaki lokma giderek büyüyordu, yutamıyordum. Öylece kalakaldım ve beklemeye başladım. Saatlerden uzun dakikalardan sonra aynı şey yinelendi; salon penceresinde sallanan sarı bir bezdi bu, kolunun yalnızca dirseğine kadar olan bölümünü görebiliyordum. Birisine işaret verir gibiydi. Çayın parasını masanın üzerine atıp fırladım dışarı. Görünmemek için oturduğumuz evin önüne giden kaldırıma geçerek uzun ve hızlı adımlarla sokak kapısına yaklaştım. Yan gözle tüm çevremi kontrol ediyordum bir yandan. O herif mutlaka buralarda bir yerlerde olmalıydı. Kalabalıkta ona benzer hiç kimseyi göremedim. Karşıya geçtim, bizim dairenin tam karşısındaki beyaz eşya dükkanının vitrin camına yansıyan görüntüden karımın ne tarafa baktığını anlamaya çalıştım bir süre. Dükkân sahibinin hatır sormasıyla sıçradım yerimden;

- Sağolun, siz nasılsınız komşu, diye yanıtladım. Bir de gerekçe söylesem iyi olurdu;

- Benim bacanağın oğlu evlenecek yakında, ona hediye seçmeye çalışıyordum.

İçeri davet etti. Önce girmek istemedim. Kuşkulanmaması için isteksizce içeri girdim ve gösterdiği koltuğa oturduktan sonra hemen eve doğru göz attım. Tavandaki avizeyi bile seçebilecek kadar güzel bir görüntü açısı vardı. Zorla girdiğim dükkânda bir kahve ve iki çay içerek bir saatten fazla oturmuştum sanırım.

Elinde salladığı bezin toz bezi olduğunu, bezi gözüme sokmak istercesine yüzüme doğru uzatıp bağırmaya başlamıştı. Temizlik yapıyormuş;

-  Artık bıktım, kuruntularınla beni eve hapsettin! Dayanamıyorum, ne bir yere götürüyorsun, ne de sokağa çıkabiliyorum.

Hıçkırarak ağlıyordu. Ellerini yüzüne kapamış, yakalanmasının verdiği suçlulukla ağlıyordu.

Bankaya döndüğümde çalıştığım servisin önündeki bankonun çevresi insan almıyordu. Ben gecikince Hüseyin tek başına kalmış, söylenen ve bağıran müşterilerin baskısıyla iyice ezilmişti. Yerime otururken bana yan gözle “nerde kaldın” gibilerden bir göz attı. Müşteriler yine ağız dalaşına başladılar; kuyruğun arkalarından bazıları koşarak benim bankomda en öne geçmişlerdi. Tartışmaları bilmem ne kadar sürdü, hiçbirine aldırmıyordum...aklım evde kalmıştı. Banka kapandıktan sonra günlük bilançoyu yaparken o gün elli lira açığım çıktı. 

Birden biraz da sosyal olmak geldi içimden. Bu akşam olmazdı ama yarın akşam Hüseyin beyi ve karısını yemeğe çağırabilirdik. Hüseyin bey benden iki-üç yaş kadar küçüktü. Oldukça sakin ve düzenli bir insandı, eşi ve çocuklarıyla mutlu olduğunu söylerdi hep. Bizim çocuğumuz olmamıştı. Karım doktora gitmemizi istemiş, ben karşı çıkmıştım hep. Yıllar da akıp gitmişti. Bu şubedeki görevime başladığım ilk günlerde bizi yemeğe davet etmişti evlerine;

- Siz yeni yerleşiyorsunuz, yengeye de kolaylık olur. Akşama bekleriz, gelirseniz çok seviniriz, demiş; benden olumlu yanıt alınca eve telefon ederek hazırlık yapılmasını istemişti. 

Çocuklarından biri liseye bu yıl başlamıştı, küçüğü ise ilkokul üçüncü sınıftaydı. Önce birkaç dakika onlarla konuştuktan sonra sofraya oturduk. Çocuklarsa mutfakta yediler yemeklerini. Çoğunlukla Silivri’nin özelliklerini konuşarak bitirdik yemeğimizi. Hüseyin bey çok sigara içiyordu. Yemek sırasında sanırım üç tane içmişti. Yemekten sonra içtiklerini sayamadım. 

Akşam her ikimiz de yemek yemedik. Karım bana darılmıştı. Yüzüm televizyona dönük haldeyken duyabileceği kadar bir sesle- Yarın akşam Hüseyin beyleri yemeğe çağıralım mı?

Bu öneriye -sanırım şaşkınlığından- bir süre yanıt veremedi. Önce hafif bir öksürükle boğazını temizledikten sonra;

- İyi olur, biraz insan yüzü görebileceğim, yanıtını verdi. 

Bir kilo kadar pirzola, kıvırcık marul, ekmek, bira ve su aldım. Karım patlıcan kızartmış, pilavı ateşe koymuştu. Zil çaldığında elektrikli ızgaranın fişini takıp kapıya doğru yöneldim. Hüseyin bey ve eşi, ellerinde bir kutu tatlı ile gülümseyerek içeri girdiler. Çocukların dersi olduğunu söylediler. Önceden hazırlanmış terlikleri giyerek salona doğru yürürlerken karım da salona giriyordu. Eller sıkıldı, hatır soruldu. Havalardan söz edildi. Karım bir ara pilava bakmak için izin isteyerek mutfağa gitti ve birkaç dakika sonra döndü. Bana;

- Izgaraya başlasan mı, ne dersin? dedi.

- Tamam, iyi olur, diyerek fırladım yerimden. 

Oldum olası bu tür işleri severdim. Mutfaktaki aspiratörü açtıktan sonra ızgaranın düğmesini çevirdim, kekikli pirzolaları üzerine dizmeye başladım. Eşimin kahkahalarının giderek arttığını ve sesinin yükseldiğini duyuyordum. Çok merak etmiştim konuştuklarını. Etlerin pişmesi birkaç dakika sürerdi. İşim bitince koşar adım salona daldım. İçerideki sesler birden kesilmişti. Hüseyin bey karıma doğru uzanmış, parmakları arasında sigara bululan sağ elini havaya kaldırmış, bir yandan sol eliyle diz kapaklarını dışarıda bırakan eteğinin üzerini okşar gibi bir hareket yapıyor öte yandan da özür diliyordu. Kanım beynime sıçramıştı. Hüseyin beyin karısına döndüm, onları izliyordu. Tüm dünya başıma yıkılmıştı. Bu kadın uslanmayacaktı. Nereye gitse birini bulduğunu düşündüm bir an. Hiddetimi saklamaya gerek duymadan;

- Neler dönüyor burada, diye haykırdım. 

Tüm yüzler şaşkınlık dolu bakışlarla üzerime çevrildi. Coşkuları sönmüştü. Hüseyin bey;

- Sigara...sigaramın külü, gibi bir şeyler mırıldandı. 

Sonra bir süre sessizlik oldu. Önce Hüseyin beyin karısı kalktı ayağa, sonra telaşla sigarasını söndüren Hüseyin bey. Karım, oturduğu koltukta kalakalmıştı. Ayakkabılarını giydiler. Kapıyı yavaşça çektiler....gittiler.

Karımla baş başa kalmıştık.

5 0 0 3 0 0
  • 322
  • +

Hekim.Net

Close