HİÇLİKTE RANDEVU: Doç. Dr. Kriton Dinçmen
Dr. Kriton Dinçmen'i tanır mısınız? Sanmıyorum. Nöropsikiyatri dalındaki uzmanlığı kadar iyi bir edebiyatçı, etkileyici bir "varoluşçu". Hiçlikte Randevu yapıtı, maddeye dönüşmüş bir hüznün betimlemesidir. Öykü şöyle başlar:
1961 yazında kısa bir gezinti nedeniyle, Boğaz'ın Karadeniz'i kucaklamak istercesine iki yana açılan kollarından Batı'dakinin üstünde kilometrelerce uzanan kumsalın Karaburun denen o düşsel köşesine gitmiştim. O, benim Karaburun'a ilk ve son gidişimdi. Bir daha uğramadım oraya. Yüzelli-ikiyüz metre genişliğindeki o upuzun ıssız sahil şeridi, ilk bakışta kumsalmış gibi duruyordu; ama biraz dikkatle bakıldığında, milyarlar ve milyarlarca minnacık deniz hayvanı kabuklarından oluştuğu görülüyordu. Sahil, bir yerinde bir tümsekcik yaparcasına kabarıyor, ve ondan sonra, ancak tanrıların gezinebileceği kadar kutsal bir sessizlik ve eldeğmemişlik...
Gepgeniş sonsuz bir sahil, sahili döven dalgalar ile insanı ürperten bir uğultu...İnsan sesi değildi...Hatta, bildiğimiz dalga sesi veya rüzgar sesi de değildi o... Denizden, denizin diplerinden gelen baştan çıkarıcı, gizemli, ürkütücü, kahredici, arzulu, emredici, çekici, şehvetle dolu, ölüme sürükleyen, karşı gelinemez bir "gel! seni istiyorum!..." sesi idi o...
Tek başına gezinmeye başlamıştım...Ve, ona, işte orada rastladım. Denizden 60-70 metre içeride, 80-90 santim yükseklikte, 30-35 santim eninde ve 15 santim kadar kalınlığında bir mermer parçası kuma saplanmış dikine duruyor ve yukarı ortasından çıkan kurşun bir borudan parmak kalınlığında bir su, boşuna, gayesiz, hatta faydasız olarak o kabukçuklar kumu sonsuzluğu içinde akıp gidiyordu.
Bir çeşme idi. Garip, tuhaf, amaçsız, kimseye yaramayan bir çeşme... Nereden geldiği belli olmayan azıcık suyunu akıtıp duruyordu... Kimseler yoktu etrafında. Kutsal bir ürperti içinde çeşmeye yaklaştım; susamış değildim, ama, o sudan içmek ihtiyacını duydum. Ve yaklaştığımda, mermerin üstünde insanı çıldırtan bir yazının kazınmış olduğunu gördüm: La Fontaine de Cécile, le 24 Juin 1922... 1961'de Karaburun'da üstünde Fransızca olarak "Cécile'in Çeşmesi, 24 Haziran 1922" yazılı garip bir çeşme...
Aradan 30 yıldan fazla bir zaman geçti; ve bu uzun zamanın getirdiği ve götürdüğü pek çok yaşantı, heyecan, umut ile umutsuzluk, neşe ile hüzün... Ama, bilmem neden, o gün yaşamış olduğumo gizemli rüyanın içimde daima tüm canlılığı ile devam etmekte olduğunu hissediyorum. Ve bir soru: Kimdi o Cécile? Ne arıyordu o Fransız kadın o ıssız sahilde? Hem de, dünyanın karmaşalar içinde çalkalandığı o 1922 yılında... Ve, kim yapmıştı o garip çeşmeyi Cécile'nin anısına? Cécile ne olmuştu?
Otuz yıldır bu soruların cevaplarını arıyordum. Her ne pahasına olursa olsun, o cevabı bulmam gerekiyordu. Bazen, bu soruların içimi bir sıtma nöbeti gibi yaktığını duyuyor, kafama üşüşen binlerce düşüncenin çılgın bir duygusallıkla harmanlaşarak sorduklarımın cevabını oluşturmaları, karşıma netleşmiş bir cevap olarak çıkabilmeleri için varoluşunu zorladıklarını görüyordum.
Ve, işte bu cehehennem gecesinde gene Karaburun'a gittim... Sanki aradaki o otuz yıl hiç geçmemiş gibi... Hep aynı sahil, sahilin ortasında Cécile'nin çeşmesi ve etrafında yüzbinlerce ses, uğultu, umut, korku, yaşama ve ölme, ışık ile renk ve karanlıklar, deniz kızları ile ölüm şarkıcılarının duaları, sevme ve aldatılma ile köpek ulumaları ve gözlerinde fırlattıkları upuzun kuyrukları ve yırtıcı kuş tırnakları ile sevgililerini kamçılayıp etkerini koparan melekler, ve şehvet ve de yokluktan oluşan bir hiçlik senfonisi... Bir anda ben de varlığımdan sıyrıldım ve de kahredici boşluğun bir parçası oldum...
İşte, o zaman, yıllarca aradığım suallerin cevabını bir günlükte, bir anı defterinde buldum. La Fontaine de Cécile'in bir yanında açık duran, o korkunç fırtınanın içinde delicesine bir devinimle yaprakları bir sağa bir sola uçup giden, fakat biraz sonra çıldırtan bir uyum içinde yanyana gelip parçalanmış kapağın içine yeniden yerleşen bir günlük...
Eğildim, kutsal bir emaneti, kutsal bir kitabı ellerime almışcasına günlüğü aldım, öptüm, alnıma götürdüm... Gözlerim ışıklandı, satırlar nurlandı ve okudum... Ateşler içinde yanarak okudum, ve okuduklarımı yaşadım...
Birçok şeyler var ki, düş dahi olsalar, kuvvetle gerçekleşmiş gibi algılandıklarında gerçekleşmiş olurlar...
1992 Kasım, Kriton Dinçmen: Heybeli'nin karşısında bir yer
...devamı için