·   · 2604 Giriş
  •  · 232 arkadaş

Carmina Burana

Bu öykü, Fırat Melih tarafından, Andrew Scull'un "Uygarlık ve Delilik" başlıklı eserinden (Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları No:4703, İstanbul, 2016) esinlenerek yazılmıştır. 

Carmina Burana'yı ilk kez dinliyordum. Dilini anlamasam da bana uzaklardan bir şeyler taşır gibiydi önceleri. Sonra da uzaklara bir şeyler taşıdı götürdü benden. Ölecem…çıldıracam. Nasıl anlatsam duygularımı. Saçmalarsam deli derler mi bana? Delilik nedir ki? Deliler nasıl düşünür? Delirmek özgürlük mü yoksa?

Konservatuvarın kapısından ilk adımımı attığımda yalnızca kayıt koşullarını öğrenmeye gelmiştim. Beynimdeki çılgınlıkları çevreme akıtmamak için elimden gelen çabayı gösterdiğimden olsa gerek herkes gibi giyinmeye, yürümeye, yemeye ve…ve'lere özen gösterirdim olabildiğince. Ağustos ayına uygun sıradan bir insan olarak girdiğim kapının arkasında tam bana göre olan çok şeyler vardı. Uzun saçlı erkekler ve saçlarını kısacık kestirmiş kızlar dikkatimi çekmişti ilk anda. Kızların kulaklarındaki küpelerin sayısı erkeklerinkinden fazlaydı. Erkekler ise yüzlerindeki kıl örtüsüyle bu açığı kapatma çabasındaydılar sanki. Mutluydum. Kayıt koşullarına uygun olduğumu duyduğumda mutluluğum binkaç kez daha arttı. Çıldıracak gibiydim. İçimdeki bir şeyler yine binlerle çarpılarak çoğalıyor, çoğuşuyordu. Bin…bir tane birin arkasına dizilmiş üç sıfır. Benim uğurlu sayımdır. Her şeyi binkaç kez düşünürüm, her şeyi binkaç kez çarparım. Binkaç kez sevinir, binkaç kez küserim dünyaya. Annem sürekli olarak kendimi biraz frenlememi ister. Olur olmaz gülmelerim, çevremdekilere sataşma olarak nitelendirilen takılmalarım, iyimserliğim… ona göre hep yanlış davranışlar. Oysa çoğu zaman küçümserin çevremdekileri, mutsuz görünümlerinden duyduğum rahatsızlığı hiç çekinmeden vururum yüzlerine. Onlardan güçlüyüm...her zaman güçlüyüm.

İlk yapmam gereken vesikalık fotoğraf çektirmekti. Muhtardan belgeler, lise diploması, filan işte. Üç günde çılgınlar gibi koşuşturarak tamamladım hepsini. Öğrenci işleriyle uğraşan büroya geldiğimde beşinci öğrenci olmalıydım sırada bekleyen. Girişi belli olmayan koridorların uçlarından gelen bazıları anlamsız notalara şan çalışan kızların haykırışları karışıyordu. Önce arkamda sıraya girenin sonra da çaktırmadan önümdekinin yüzünü inceledim bir süre. Hiçbiri o sesleri duymuyor gibiydi. Oysa anlamsız bile olsa, o notalara uyarak dans etmek geliyordu içimden. Buraya da bunun için gelmemiş miydik? İçimdeki tükenmez enerjinin bine katlandığını algılıyordum burada.

Sıra bana geldiğinde üç kez günaydın dedim görevli memura. İkincisinde pek etkilenmedi ama üçüncü kez yineleyince kaçamak bir bakışla beni inceledi. Hemen bir gülücük attım. Anında silinen isteksiz bir gülücükle yanıtlandım. Belgelerimi gözden geçirirken bir yandan da bir şarkı mırıldanıyordu. Yoksa bana mı öyle geliyordu…açıkçası tam anlayamadım.

- Belgeleriniz tamam, şimdi şu kâğıdı alın ve üzerindeki banka hesap numarasına harcınızı yatırın.

Makbuzu bana getirin -dedi-. 

Uçarak geçerken koridorlardan herkese selam veriyor, günaydın diyordum. Arada koşar gibi hızlanan adımlarımı minik sıçramalarla süslüyordum. Otobüs durağına yaklaştığımda çevremdekilerin bana bakmasının nedeni söylediğim şarkıyı beğenmiş olmalarıydı. Sanırım, çok renkli giysilerimi de beğenmişlerdi.

Her bahar bir coşku kaplar içimi. Renk cümbüşü giysilerimin içindeyken aynaların ya da görüntümü yansıtan vitrinlerin önünde geçer zamanımın çoğu. Tüm güzellikleri paylaşmak isterim tanımadıklarımla bile. İşte...mutluluk bu, beynimden hızla akan bir sürü düşünce, bir sürü eylem önerisi. Çoğunu da yaparım. Beni ne engelleyebilir ki karanlık bulutlarla maviliği örtülmüş alaca karanlık ve yağmurlu günler dışında. Her lodosta altı üstüne gelirken İstanbul’un, sahil yolları deniz suyuyla yıkanırken, çatılar uçarken bir yerlerde, tekneler batarken coşarım en çok. Hemen bir vapura biner Kadıköy ya da Eminönü’nden inip çıkan dalgalarla yarıştırırım yüreğimdeki fırtınaları. Büyük bir dalgadan her düşüşünde vapurun bazen sesli bazen sessiz bir çığlık atarım, şarkılar söylerim, ıslık çalarım. Öykülerle gerçekleri karıştırır, düşlerimde yaşayan canavarları bulup çıkarırım lodosun ıslıklarından. Çok severim lodosu...deniz suyuyla yıkanan sahil yollarını.

Asansörü beklemeden koşarak çıktım merdivenleri. Bir yandan zili çalarken öte yandan da tekmeliyordum kapıyı. Yere düşen şemsiyemi almak için eğildiğimde açılınca kapı içeri doğru yuvarlandım annemin şaşkın bakışları arasında. İçeriden gelen biber dolmasının kokusuna bile aldırmadan odamın yolunu tuttum.

Modern dans sınıfı yeni açılmıştı. İlk günler derslerin çoğu boş geçti. Kendimi yeni okuluma kaptırmış, her köşesini incelemeye ve öğrenmeye vermiştim. Geçen haftalardaki coşkunun yerini gelecek bir fırtınanın sessizliği almıştı sanki. Böyle günlerimde ne rüzgârın ıslıkları ne de yüksek tempolu şarkılar etkilerdi beni. Arada bir tek başıma kalmak ister, loş köşeleri seçerdim...dalganın tepesindeki tekne şimdi aşağı doğru inmeye başlamıştı sanki. O gün derslerin çoğunu astım; ya koridorları arşınladım ya da çiseleyen yağmurun altında dolaştım bahçede. Neler oluyordu...yine mi karanlık bir kış geçirecektim. Kara bulutların uçuştuğu günlerin mi geliyordu yine? Yüreğimin sıkıştığını duyarak evin yolunu tuttum...çok uzun bir yürüyüş oldu. Onca insanın arasında tek başıma ve kimsesiz olduğumu düşünerek. Küçük odamın tavanı insan boyundan yüksek olmasına karşın, insanı eğilmeye zorlayan bir karanlığa daldım. Perdeleri açmadan kaç saat alaca karanlıkta kaldım bilemiyorum. Yemek bile yemedim o akşam. Uzaklardan gelen coşkulu insan seslerine karışan notaları seçebiliyor, neler yaptıklarını gözümün önüne getirmeye çabalıyordum. Coşkulu seslerin kaynağı olanlar bunlar mıydı? Yüzlerini ayakkabı boyasıyla karartmış, çatık kaşlı ve asık suratlı insanlar geliyordu karşıma. Eğlenirken bile hüzünlü gibiydiler. Yaşamın güç ve sıkıntı dolu olduğu okunuyordu korku dolu gözlerinden. Bu hüzünlü insanlardan kaçmam gerektiğini düşünerek tuvalete koştum. Bir an aynaya bakmak geldi içimden. Hüzün bana da bulaşmıştı anlaşılan. Gözlerime dikerek gözlerimi yüreğimden gelen sorulara yanıt aramaya başladım. Neden tüm insanlar hüzünlüydü, neden hüzünlüydüm ben? Ne kadar boş şey bu yaşamak. Yaşamak şakaya gelmez demişti Nazım o kadar hüznünün içinde, ama yüreğindeki hüzün yarasına yenik düşmüştü. Şarkıların çoğu neden hüzünlüydü? İnsanlar bu kadar acı içerisinde nasıl yaşıyorlardı?  Yaşam bir gürültü müydü? Bu gürültüden ve hüzünden kurtulmak için düğmeyi çevirmek tek çıkar yol olabilir miydi? Sorular... sorular, yanıtsızlar.

O gece sabaha dek uyumadım. Okula da gitmeyecektim. İnsanlara yaklaştıkça hüzünleri bulaşıyordu bana da. Kahvaltıda içtiğim yarım bardak portakal suyuyla ettim akşamı. O gün doktora gitmeme karar verilmiş evdekilerce.

Bir sürü ilaç beklerken bizimkiler iki kutu ilaçla dönmüştük eve. Doktor benimle uzun süre sohbet etti. Okulumu sordu, arkadaşlarımı da. Bana zarar vermek isteyenler olduğunu da biliyordu sanki. Coşkulu günlerimdeki duygularını nasıl da anlamıştı. Ona büyük bir güven duydum. Bana,

- Senin bundan böyle en iyi arkadaşın benim, sıkıldıkça beni ara, dedi.

Anneme de akrabalarımızla ilgili sorular sormuş. Kardeşinin intihar ettiğini söylemiş annem de. Ben okula bile gitmiyordum o yıllarda. Mahallede “Deli Cemal” diye bilinen amcamı pek tanıyamamıştım. Doktorun ilgisini çeken amcamı ben de çok merak etmiştim.

Her gün almakta olduğum küçük beyaz hapların ilk kutusu tükendiğinde ne eski coşkum kalmıştı ne de sıkıntılarım. Ama kafama takılan Cemal amcamla ilgili ayrıntıları merak eder olmuştum.

Kapıyı çaldığımda önce içerideki radyonun sesi kısıldı; anlaşılan, yengem zil sesini tam duyamamıştı. Bir kez daha bastım zile. Koşuşturan ayak seslerinden sonra açılan kapıdan içeri girerken otuzbeşine geçen hafta giren Hatice yengemin güleç yüzüyle karşılaştım. Çok sevinmişti beni görünce. Çocukların okulda olmalarına özen göstererek gelmiştim. O da bu ilginç ziyaret saatini merak ettiğini sorunca, ben konuya giremeden;

- Ama önce bir şeyler içelim, diyerek mutfağa yöneldi.

Elindeki tepsinin üzerinde duran meyveli gazozla dolu iki bardaktan birini aldım öne doğru uzanarak. Sonra, sorumu yinelememi istedi.

-  Amcamı, dedim, bana amcamı anlat.

Damdan düşer gibi gelen bu isteğime önce kuşkulu gözlerle baktı. Neyse ki, doktora gittiğimizi ve ilaç aldığımı bilmiyordu. Evdekilerin en büyük giziydi bu. Kuşkulu bakışlarının yerini sorgulayan bir ifade aldı, hiçbir şey söylemiyor ama “neden” diye soruyordu.

- Amcamı çok severdim ama ben çok küçükken ölmüş, bana “yine gezmeye gitti” demişlerdi. Neden hala dönmedi ki?

Nereden başlayacağına karar verme çabasındaydı. Ayağa kalktım, sehpanın üzerindeki gazoz bardağını da alarak pencereye doğru yürüdüm, ona zaman kazandırmayı amaçlamıştım. Önce bir sigara yaktı.

Özellikle ilkbahar aylarında çok coşkulu olurmuş. Şarkılar söylermiş. Sabahlara kadar uyumaz, bazı geceler pijamalarıyla dışarı fırlar sokaklarda dolaşırmış. Bazen tüm ailesini yüzüstü bırakarak ortadan kaybolur, birkaç hafta sonra dönermiş evine. Onun olmadığı zamanlarda yengemle çocuklar bize gelirmiş. Böyle günlerinde elinde ne kadar para varsa harcar, meteliksiz kalırmış. Amcamın resimlerinin bulunduğu kenarları yıpranmış albümü çevirmeye başladı bir yandan. Nişanlandıkları gün çektirdikleri resimde gözleri gülüyordu her ikisinin de. Amcam oldukça iri yapılı ve geniş alınlı bir delikanlıydı resimlerde. Siyah-beyaz resimlerden çok anılarımın yardımıyla solukça pembe ten rengini, açık kumral seyrek saçlarını, öptüğü zaman yanaklarıma batmayan seyrek sakallarını anımsadım. Ninemin aniden ölümünden iki ay sonra da askere gitmiş. Hem annesinin ani ölümünün hem de sevgilisinden ayrılmanın verdiği hüzünle, ilk kez askerdeyken hastalanmış. Yengem ve babası, babamla birlikte Ankara’daki hastaneye onu ziyarete gitmiş, nöbetçi doktordan aldıkları ziyaret izni belgesini kapıdaki askerlere göstererek odasına girebilmişler. Verilen ilaçlar nedeniyle oldukça sakin ve aptal gibiymiş. Durumdan hoşlanmayan babam yengemleri odada bırakarak nöbetçi doktora gitmiş.

- Kardeşinizi tedavi eden doktor bugün izinli. Pazartesi gelir, demiş doktor. Babamın ısrarı üzerine dosyasını çıkararak bir süre incelemiş.

- Kardeşiniz nizamiye nöbeti sırasında tüfeğiyle rastgele ateş etmeye ve bağırmaya başlamış, zor zaptedebilmişler. Biz ona bazı ilaçlar vereceğiz, yaşamı boyunca kullanması gereken ilaçlar bunlar.

Oysa coşkulu, herkesi güldürecek bir şeyler bulan, hoş sohbet, herkese yardım etmeye çabalayan, girişken, çok çabuk dost edinebilen biriymiş amcam. Herhangi bir hastalığı olmadığına inanırmış.

- Bana hasta diyenlere bakın, yaşamdan mutluluk duymayanlar, asık yüzleriyle çevreye keder saçanlar. Oysa ben, yaşamı özümsemiş, mutluluk dolu, coşku saçan bir insanım, diye günlerce çevresindekilerin başının etini yemiş.

Yengemle babam dönüş yolunda uzunca bir süre hiçbir şey konuşmamışlar. Babam bozmuş sessizliği mırıldanarak;

- Böyle yaşam dolu bir insan nasıl olur da bu hale gelir.

Asker dönüşü evlenmişler. Uzunca bir süre her şey yolunda gitmiş. Sonra...bir gün hiçbir neden yokken öfkelenmiş işyerinde. İş arkadaşlarına bağırıp çağırmaya başlamış. Zaptedememişler. Fırlamış çıkmış dışarı ve üç gün kimseler görmemiş onu. Dördüncü gün eve gelmiş, coşku dolu bir halde. Radyonun sesini sonuna kadar açıp oynamış, hoplamış ve zıplamış saatlerce. Yorulunca da uzanmış kanepeye, gözlerini tavana dikmiş. Öylece kalakalmış sabaha dek. Gün ağarırken yengeme seslenmiş;

- Hatice, bugün doktora gidelim, sanırım pek iyi değilim. Ben de çevremdekiler gibi karamsar olmaya başladım sanırım.

Doktorun kendisinden çok yengemle konuştuğundan yakınmış her gördüğüne. İlaçların kontrolü yengeme verilmiş. Davranışlarında gariplik olduğunda da randevu almadan gelmelerini istemiş doktor.

Yıllar akıp gitmiş. Önce benden üç yaş küçük yeğenim dünyaya gelmiş, iki yıl sonra da küçük yeğenim. Amcamdaki coşkunun yerini giderek bir hüzün almaya başlamış. Önceleri iştahsızlaşmış, zamanla uykusuzluklar başlamış. Bazı geceler erkenden kalkıp evin içinde dolaşır olmuş. Sigarasının biri bitmeden onun ateşiyle ötekisini yakıyor, hemen hiç konuşmuyormuş. Konuştuğu zamanlarda söyledikleri tam olarak anlaşılamıyormuş. Genellikle işyerindeki arkadaşlarının artık kendisini sevmediği, servis şefi Ayhan beyin kendisini işten atmak için bahane kolladığını anlatıyormuş. Arkadaşlarının aralarında fısıldaşarak konuşmalarından ve gülüşmelerinden alındığını sık sık yineliyormuş. Özgüvenini de yitirmiş. Beceriksiz ve işe yaramayan birisi olduğu için kendinden nefret etmeye başlamış. Tüm olanların sorumlusu olarak kendisini suçluyormuş, hep kötü bir şeylerin olacağından yakınır olmuş. Yengemin doktora gitme önerilerini anlamazlıktan gelerek yanıtlamaz, ısrarla sorulduğunda da geri çevirirmiş. İletişim kurulmaya çalışıldığında inlemeye başlar, yerinde duramaz, sıkıntıyla dolaşırmış amaçsızca.

Yine böyle bir gecenin aydınlanmaya başladığı saatlerde, kendini mutfaktan geçen kalorifer borusuna asmış en sevdiği kravatıyla.

Eve giderken kafam karmakarışık olmuştu.

Tamam...tamam, boş ver, dedim kendi kendime. Neşelenmeye çalıştım. Çevremdeki insanlara baktım. Asık yüzle hızlı hızlı yürüyenlere, kağıt mendil satmak için yaklaştıkları sevgileri bıktıranlara, birbirlerini itip kakan okul çocuklarına, simitçilere, sigara izmaritlerini süpürürken çevreyi toza boğan çöpçülere, vitrinin camlarını silen tezgahtarlara, müşteri çağıran dolmuş sürücülerine, annesinin çekiştire çekiştire peşinden sürüklediği çocuklara, bastonunun ağırlığından bile rahatsız olan yaşlılara, mini eteklerinin açılmasını önlemek için bir ucundan gerdiren yeni yetme kızlara, kızların peşine takılmış jöleli saçlı delikanlılara, dirseklerini direksiyona dayayarak yolcularını bekleyen belediye otobüsü sürücüsüne, telefon kulübesi önünde sıra bekleyenlere, bir köşede sızmış saçı-sakalı birbirine karışmış yırtık pantolonlu ayyaşlara, kara çarşaflara bürünmüşlere, çember sakallı eli tespihlilere, saçları kazınmış kolları kaslı ve dövmeli azmanlara, şaşkın trafik polislerine, tiner çeken çocuklara.

9 0 0 0 0 0
  • 348
  • +

Hekim.Net

Close